Kitaplar Öyküler Etkinlikler

Kitap , okuma, , çocuk kitapları , romanlar , anılar, edebiyat sohbetleri , sanatçılarla söyleşiler , fotoğraf , edebiyat , çocuk eğitimi üzerine üzerine dokunmak istediğimiz herşey

26 Ekim 2009 Pazartesi

Sarı Yazma



“Sarı Yazma(1) bir romandır.” der. Rıfat Ilgaz, bir röportajında, Asım Bezirci’ye. “Tekniği, kompozisyonu, biçimi ve biçemiyle anıyla ilgisi yoktu. Anılar başka, anısal roman başkadır.(2) Mehmet Saydur’a yazmış olduğu mektupta bakınız nasıl dile getirmiş dile getirmiş aynı konuyu:
“…Yanımda olsaydın şöyle bir konu atardım ortaya: “ Değerli meslektaşım derdim. Yaşamın gerçeği ile sanatın gerçeği tıpa tıp çakışır mı?”
Beş on yıl önce bir kitap geçmişti elime. Van Gogh’un yaşamını, sanatını anlatıyordu. Kitapta resmini yaptığı yerlerin fotoğrafları da vardı, hemen çalıştığı günlerde çekilmiş...Evler ağaçlar hemen hemen resimlerindekiler gibi...Gelgelelim hiçbiri yerlerinde değil. Ressam kompozisyon gereği nereye uygun görmüşse oraya yerleştirmiş “obje”leri... Benim sanatçı olduğuma inanırsan, ressamın gözle görüleni bile değiştirmedeki özgürlüğü düşsel bir saptamaya dayanan romancıya da tanıyacaksın demektir.”(3)
“Sarı Yazma Rıfat Ilgaz’ın ‘Bir gürültü, bir tedirginlik kaynağı olduğunu anladığı evinden kaçarak tek işlevi yazarlığını sürdürebilmek için ‘doğduğum eşsiz benzersiz memleket sözcükleriyle nitelediği Cide’ye gidişiyle başlıyor. On iki yaşındayken ayrıldığı ama hiçbir zaman unutamadığı Cide’ye dönüş, çocukluk yıllarını geçirdiği bu kıyı kasabası geçmişe götürüyor Ilgaz’ı. Kurtuluş Savaşı dönemine rastlayan çocukluk yılları, ülkücü bir öğretmenin karşılaştığı güçlükler, koşulların zorladığı yetmezmiş gibi bir de yaşamak, veremle savaşım, 1940’ların baskıcı günleri...(2)
İlk alışverişimi yaptığım dükkanın yıllardır kapalı duran kepenklerine bir göz atıyorum. Sanki şu kapıyla birlikte kepenkler de açılırsa içerden, çocukluğum elindeki şeker külahlarıyla yeniden çıkacakmış geliyor bana. Az ileride solda babamın dairesi...Merdivenleri dura dura çıkarken burnumun direğini kıran nemli kokuyu yeniden alıyor gibi oluyorum. Yolun iki yanında caneriklerini yolduğum , olmadan elmalarını kopardığım ağaçlar... Belki çocukluğumun ağaçları değil de onların fışkınlarından uzayan yeni gövdeler, yeni dallar, yeni yapraklar... Yolda birden dirsek verdiren demir korkuluklu köprüden kıvrılıp yolumuzu sürdürüyoruz. En güzel uçurtmaları yapan Rum çocuklarının evlerinin önünden geçiyoruz. Uçurtmamı boyattığım Sotiri, kimbilir nerelerde geçim derdinde?Oysa babasının kunduracı tezgahı bugün bile torunlarıyla onun da torunlarını doyurabilirdi rahatça...Çırağının da çırağı Fethi Usta bugün ustasının eline su dökebilecek durumda mıdır acaba?(1)
Çernişevski sanatın temel görevlerini belirlerken şunun da altını çizmişti der Pospelov Edebiyat Bilimi’nde.(4) Sanatın yeniden yaratma dışında bir anlamı daha vardır ki o da , yaşamı açıklamaktır. Rıfat Ilgaz geçmişin panaromasını çizip öylece bırakmıyor, yaşamı açıklıyor, bir adım daha atıp sorunu saptıyor, üzerinde kafa yoruyor, çözümler üretiyor.(5)
Ah bu halkları, çocukları, büyükleri düşman edip birbirlerinden koparanlar. Eğer İngiliz bezirgânları denizaşırı alışverişlerin kazançlarıyla öylesine beslenip büyümeseydiler, Yunanlıları kimler saldırtacaktı üzerimize? Ermenileri de Rumları da hükümet kurmaları için kışkırtmasalardı, halklarımızı birbirine nasıl kırdıracaklardı, Karadeniz kıyılarında, Doğu kentlerinde.(1)
Osmanlının parçalandığı, savaşlarda yenildiği, başarısız politikalarla insanların birbirine düşman edildiği, çetelerin, kundakçıların dehşet saçtığı, erkeklerin daha kışlaya ulaşıp asker olamadan yollarda telef olduğu, ekmeğin, tuzun, soğuklarda giyilecek paltonun, çarığın bile olmadığı yoksulların iyice perişan dolaştığı acılı karanlık dönemlerdir. Annesinin idareliliği, iki yumurtayı çok arzulamasına rağmen bir öğünde asla birlikte yiyemeyişi, kendi ayakkabılarından utandığı için arkadaşları gibi çarık giymeye çalışması o yıllarda farkında olmadan kazandığı sınıf ve insanlık bilincinin göstergeleridir.
Kocaları, Yemenlerde Trabluslarda, Balkanlarda savaşa duran Cideli kadınların dramını da işlemiştir Sarıyazma’da. Çocukluk günleriden beri zihnine kaydetmiş olduğu anılardan, görüntülerden yola çıkarak sorunları saptamakla kalmaz günümüze yönelik çözümler getirmekten de kendini alamaz.(5)
Kurtuluş savaşı yıllarında köylerden tek bir erkek inemezmiş pazara. Neden bilir misiniz? Çünkü askere gitmek için yollara dökülürmüş köylerin erkekleri. Asker kaçakları için çarşı içinde kurulan dar ağaçları canlanıyor gözümüzde. Çeteler, eşkiyalar dağlarda. Babası yaşlı bir kolcusunu gönderir Samsun’dan Terme’ye aldırmak için Rıfat’ı. Kır atının üstünde yaylının önünde giden kolcu tedirgindir:
Atını sürüp geri dönüyor, bir süre arabanın yanında yol aldıktan sonra hızlanıp uzaklarda kayboluyordu. Arabacı onun gibi ölçülü değildir konuşmada. Anlattığına göre hemen her gün bu Terme yolunda Rum eşkiyalar yol keserler, dağa adam kaldırırlardı. Daha dün bir bakkalı soymuşlardı Çarşamba’dan dönerken. Pontusçulardı bunlar. Sarı Yani diye bir eşkıya vardı ki haraç almadığı köylü, kundaklamadığı ev kalmamıştı buralarda.
Üçpınar yaylasında Karakuş kayalıklarında barınırdı. Kimse yanaşamazdı onun çetelerine. Attığını gözünden nallardı bu çeteler. Termeye girerken bir mitralyöz bölüğünün düzlükte tüfek çattığını görmüştük. Arabacı atlarının dizginlerini çekip uzun uzun bakmıştı da:
“Vah zavallılar!” demişti. “Biz seferberlikte işte bunlar gibiydik. Ne üstümüzde vardı. Ne başımızda.”
Ayaklarına çapulalar çekmişti askerler. Dizlerine doğru dolak sarılıydı. Pantalonların arkaları da dizleri de parça parçaydı. Salıverdikleri katırlar sırtlarındaki kızaklı tüfekleri farkında değillermiş gibi otluyorlardı.Cephede işleri bitince “eşkıya takibi”için görev almış olacaklardı bu kesimde.Ertesi gün Hükümet’in önünde iki Rum eşkiyanın uzatıldığını görünce savaştan dönen askerin ne demek olduğunu anlamıştım.Çapraz bağlanmış fişeklikleri hâlâ üzerlerindeydi.Bellerinden sarkan el bombalarını kullanmaya vakit bile bulamamışlardı. Nasıl bir baskına uğramışlardı ki laz başlıkları bile çözülmemişti başlarında. Cepkenleri, zıpkalarıyla yelekleri yeni dikilmiş gibi pırıl pırıldı.Yumuşak çamurlu çizmeleri boğum boğumdu.
Rıfat arkadaşlarından öğreniyor bu dağlarda onlardan daha yüzlercesi olduğunu.
Her gün bir eşkiya olayı ile karşılaşıyor, Terme yaylalarında dolaşan, Ünye, Fatsa üzerinden Karağuş’a geçen Çarşambadan vurup Ladik’e Erbbaa’ya atlayan kimi Rum, kimi Çerkes, kimi Gürcü, türlü eşkiyaların serüvenleriyle kulaklarımız doluyordu.
Köyleri bastıkları bir şey değil kundaklayıp kaçıyorlardı. Neydi zorları hiç kimse bir şey bilmiyordu.(1)
Rıfat Ilgaz sebep sonuç ilişkileri içinde değerlendirmeye çalışıyor bellek birikimlerini. Cide’de Rum komşuları vardı. Annesi onlara da konuk olurdu. Kimisi şal dokuyan, kimisi dikiş diken kimisi de yün ören Rum komşular. Çocuklarının boyanmış, güzel uçurtmaları olan Rum komşular.
Rum olmak Türk köylerini yakmak için gerekli bir neden olabilir miydi?(1)
Rum çetecilerin varsıl görünüşleriyle mitralyöz bölüğünün fukara görüntülerini belleğinden silemeyen Ilgaz için bu olayın, dünyaya dar görüşlü bir pencereden değil tüm insanları kapsayan evrensel bir açıdan bakma karalılığına katkıları olduğu muhakkak.
Nasıl da insanları birbirine düşman etmeyi başarıyorlardı büyük kentlerdeki politika adamları? Nasıl bu memlekette oturan yabancılar el ulaklarıyla bizi birbirimizden soğutup, çıkarlarını sürdürmesini başarıyorlardı?(1)
Bolluk memleketi, oralıların deyişiyle insandan gayrı her şeyin yetiştiği, sıtmadan yaşlılarının benzinin soluk, çocuklarının karınlarının şiş olduğu Terme’ye sürgün edilirler. Okulda kendisini ezmeye çalışan varsıl ağanın oğlunun davranışları da bilinç düzeyinin gelişmesine katkısı olur.
Daha sonra öğretmen olarak çalışmaya başladığı dönemleri, hastalığı nedeniyle yaşadığı ya da gözlemlediği olayları kurgulamıştır.
Günümüzde değişen tek şey artık çetecilerin pahalı ve şık takım elbiselerle dolaştıkları. Okumanızı öneririm bu kitabı ve elinizden geldiğince gençlere de okutmaya çaba göstermenizi. Sadece Rıfat Ilgaz’ın yaşamı olarak değil bir devrin arka planında gelişen olayları göstermesi bakımından da son derece önemli bir eser. Tarihi yorum bilgisi olarak didikleyip yaşanmışları inkar edip yeni tarihler yazmaya çalışanlara söyleyecek pek çok söz edineceksiniz Sarı Yazma’dan. Özellikle Karadeniz Bölgesi insanının toplumsal yapısındaki önemli bağlantıları bir sosyologdan bile daha ayrıntılı olarak yakalayarak; Richard Hoggard’ın öngörürsüne uygun olarak (6), “Aydınlatıcı momentlerin önemli bağlantılarını bir sosyolog mükemmelliğinde değerlendirip ortaya koyan” değerli yazar ve şair Rıfat Ilgaz’ın Sarı Yazma’sını en az “Hababam Sınıfı” kadar seveceksiniz sanırım. Romanın adı olan Sarı Yazma, Karadeniz’in çalışkan kadınları için yazarın bir saygı duruşu..(7) Kitapta özellikle dikkatimi çeken sözcüklerin güzel kullanımı ve arı diliydi. Değerli edebiyatçımız Rıfat Ilgaz geçmişte kalan sözcükleri de yerli yerinde ve zamanı için kullanarak bu sözcüklerin kültürünün gelecek nesillere iletilmesinde önemli bir görevi de üstlenmiştir. ezgi umut
KAYNAKLAR
(1) Ilgaz Rıfat Sarı Yazma Çınar Yayınları 2005
(2) Bezirci Asım, Rıfat Ilgaz Çınar Yayınları, 4. basım, İstanbul, Temmuz 1997
(3) Saydur Mehmet Rıfat Ilgaz’lı Yıllar, Çınar Yayınları, İstanbul, Nisan 2006
(4) Pospelov g. n. Edebiyat Bilimi çev Yılmaz Onay Evrensel Basım Yay.İstanbul, Kasım 1995
(5) Hatice Emel Dinseven “Rıfat Ilgaz’ın Romanından Anadolu Panoramasına”, Ankara Ün KMYO Rıfat Ilgaz Sempozyumu, Kastamonu, 2006
(6) Göbenli Mediha, Direnmenin Estetiği’ne Güven, Donkişot Güncel Yayınlar, İstanbul, Kasım 2005
(7) http://cinaryayincilik.com.tr/cinar/index.php?option=com_hotproperty&task=view&id=126&Itemid=3



http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=51328


10/ 7 /2007 de Sarı Yazma adıyla MB de yayımlandı:





http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=51328

Etiketler: , , , , , ,

Huzursuz Ölüler


Kimi romanların yazılış öyküsü diyebileceğimiz yazılmasına neden olan olaylar dizgesi ve bu süreçte yazarın yaşadıkları en az romanın kendi kadar ilginçtir. Bu bağlamda değerlendirdiğim HUZURSUZ ÖLÜLER (1)(Muertos İncomodos) muhteşem kurgusuyla okuyanların belleğini ve zekasını bileyen , kışkırtıcı ve sürükleyici bir polisiye olduğu kadar yirmi birinci yüzyılda yaşanmış ve yazılmış bir Dante Kitabı adeta. Meksika yakın tarihini; okuyucuya hiç yormadan ironik yolla aktaran bir belgesel roman ve başlangıçta söylediğimiz gibi yazılış öyküsü de kendisi kadar ilginç.
İki yazarı olan Huzursuz Ölüler’in son derece doğal günlük konuşmalardan oluşan akıcı ve ironik dilinin, çevirmeninin özenli çalışmaları sonucu Türkçeye kazandırılmış olduğu, hemen ilk sayfalardan anlaşılıyor. Hem kovaladığım öyküsüyle, hem de kapsamındaki yaşanmış tarihsel gerçeklikleriyle sürekli olarak merakımı kamçılayıp araştırmaya yönlendiren HUZURSUZ ÖLÜLER kitabını “Agorakitaplığı” yayımladı.
1971'de hapisten çıkar çıkmaz öldürülen bir militan öğrenciden geldiği sanılan bir dizi telefon mesajları sonucunda, ünlü polisiyeci Paco Ignacio Taibo'nun bağımsız dedektifi Hector Belascoaran Shayne, Meksika devletinin gölgesi ve korumasında sayısız suç ve cinayet işleyen 'Morales'in izini sürmeye başlar. Aynı zamanda Chiapas ormanlarında, Zapatistlerin soruşturma görevlisi Elias Contreras (ki o bir 'huzursuz ölü'dür ve Che Guevara'nın ruhudur aslında) Subcomandante Marcos tarafından yine 'Morales'in izini sürmekle görevlendirilir. Bu arada Katalan romancı Manuel Vazquez Montalban'ın oğlunun, yazarın ölümünden sonra bulduğu bazı belgeler Zapatist EZLN karargâhına ulaştırılmıştır. (2)
Okumaya başlayınca pek alışık olmadığım İspanyolca isimleri bir kere kavradıktan sonra, elimden kitabı bırakamadım. Kitabın yazılma öyküsü ve yazarlarına gelince son derece ilginç. Bir siyasal önder ile son derece ünlü bir yazarın ortak ürünü, siyasi- polisiye türündeki bu romanla okuyucu Meksika’daki iktidarın kanlı icraatlarına doğru derinlemesine bir yolculuğa çıkıyor.
Meksika’nın en tanınmış polisiye yazarı Paco Ignacio Tabio II, bir Pazar günü kapısını ülkenin en tanınmış gerillasından mesaj getiren kuryeye açıyor.
Kurye ona üzerinde adı ve “Sadece gözlerin için ” sözcüklerini yazan zarfı uzatıyor.
Eski felsefe öğretmeni ve o sıralarda Chipas’ın güney eyaletlerindeki silahlı Zapatista gruplarını eğiten Subcomandate Igsurgente Marcos, birlikte bir roman yazmayı teklif ediyor ünlü yazar TaiboII’ye.
“Sadece gözlerin için”
Uzun zamandır Marcos’un ve Zapatistaların hayranı olan Taibo kuryeye yanıt vermek için sessizce ona kadar sayarken “saçmalık bu” diye geçiriyor içinden.
Sonra birden “Sen ne zaman çılgın bir şeyden kaçındın ki Paco ? ” diye soruyor kendine.
Bir hafta sonra Marcos’un (Muertos Incomodos) HUZURSUZ ÖLÜLER’ inin ilk bölümü ulusal Meksika gazetesi La Jurdana’da yayınlanıyor.
Taibo tarafından yazılan ikinci bölüm de ertesi hafta yayınlanıyor. Bu öykünün kaynağı olan
20 Aralık 2004 pazartesi tarihli The Guardian Gazetesi :
“Subcomandate Marcos Kalemini Yeniden Zapatista Mücadelesine Döndürdü”
başlıklı makalesinde Marcos tarafından yazılan üçüncü bölümün de bir gün önce La Jurdana’da yayınlandığını bildiriyor.
Tek bölümlerini Marcos’un çift bölümlerini de Taibo’nun yazmasıyla 2005 yılında tamamlanıyor bu güzel roman. Ve özenli çevirisiyle bir yıldan bile az zamanda Türkçemize kazandırıldı. Güzel olduğu kadar Meksika baharatları gibi yakıcı bir kitap “Huzursuz Ölüler”. Buraya kadar romanın doğuş öyküsünü anlatmaya çalıştım.
Şimdi de yazarlardan diğeri; efsanevi Marcos’la ilgili bir şeyler aktarmak istiyorum:
Subcomandante Insurgente Marcos -son zamanlarda Delegado Zero diyor- kendisini Zapatista Ulusal Özgürlük Ordusunun (EZLN) sözcüsü olarak tanımlıyor ama o kadar ünlü bir kişi ki çoğunluk onu EZLN' nin liderlerinden biri olarak kabul ediyor.
Bakınız Marcos kendi sözcükleriyle kendini nasıl tanımlıyor:
“Marcos; San Francisco'daki bir adam, Güney Afrika'daki bir siyah, Avrupa'daki bir Asyalı, San Ysidro'daki bir Chicano, İspanya'da bir anarşist, İsrail'de bir Filistinli, San Cristobal sokaklarındaki bir Maya yerlisi, Neza'daki bir çete üyesi, hararetli bir ulusal üniversiteli, Nazi Almanya’sında bir Yahudi, Savunma Bakanlığında bir ombudsman, soğuk savaş sonrası çağda bir komünist, galerisi ve portfolyası olmayan bir sanatçı......Bosna'daki bir direnişçi, Meksika'nın herhangi bir şehrinin kıyısındaki yalnız ev kadını, CTM'deki bir grevci, gazetelerin son sayfalarına dolgu türünden hikayeler yazan bir muhabir, gece saat 10’dan sonra metrodaki tek kadın, topraksız köylü, işsiz işçi...mutsuz öğrenci , serbest pazar ekonomisiyle kuşatılmış muhalif, kitabı ve okuyucusu olmayan bir yazar, ve pek tabii ki Güneydoğu Meksika dağlarındaki bir Zapatista'dır. Marcos bir insandır, yer yüzündeki öylece herhangi bir insan.
Marcos sömürülen, dışlanan ve zulm edilen, direnen ve "Yeter" diyenlerin hepsidir.”
Yukarıdaki haberi okurken neden bilmiyorum “Kişiye özel” anlamına gelen “For your eyes only” sözcüklerini olduğu gibi çevirdim. Sadece sözcüklerin düz anlamıyla seslenebilmek istedim.
ezgi umut
Özür: Çok uzun diye eleştirecek korkusuyla romana fazlaca değinemedim. Artık alıp okursunuz sevgili blogcular, samimiyetle öneriyorum.


(1)Huzursuz Ölüler, Subcomandante Marcos, Paco Ignacio TaiboII çev: Pınar Savaş, Agora Kitaplığı, İstanbul, birinci basım, Ocak, 2006
(2) http://www.agorakitapligi.com/katalog.php?katalog=4 ( kitap kapağı da)



Etiketler: , ,

Son Moda Saçmalar Neyi Anlatıyor


Bilimsel bir zıpırlığın öyküsüdür anlatacaklarım. Kitabın alt başlığı olan "Post Modern Aydınların Bilimi Kötüye Kullanmaları". Dört yıl önceydi sanırım, belki de beş. Sanki modernizmi pek iyi anlamışçasına şu postmodernizm dedikleri felsefenin bataklıklarına dalmıştım. Anlamaya çalışıyordum. Okudukça da ne kadar mantıksal düşünce karşıtı, ne denli zihin bulandırıcı olduğunu görüp dehşete kapılmaya ve umutsuzluğa düşmeye başlamıştım. Fizikteki bazı kavramların postmodern düşünürlerin dilinden düşmemesi ve postmodern felsefenin terminolojisi kapsamına alınarak bozuk para gibi, yerli yersiz bol bol saçılırken, taşıdığı pozitif bilimsel kavramlardan tamamiyle sıyrılarak zihin bulanıklığına, içi boş masallara dönüştürülmesine olan kızgınlığımın beni biraz daha kapsamlı aramalara götürdüğü yerde tanıdım Alan Sokal’ı. Jean Bricmont ile birlikte “Son Moda Saçmalar”


(1) kitabını yazan saygıdeğer ve kendi deyişiyle “zıpır” bilim adamını. İnternette yayımlanmış makalelerini sanki göklerden sanal ortama indirilmiş bir kurtarıcının şifreli bile değil, açık mesajları olarak okumaya çabalarken, bilimsel geleceğimizle ilgili solan umutlarım yeniden yeşermeye başladı. “Yaşasın!” dedim “Benim gibi düşünenler de varmış bu dünyada ve galiba düşüncelerimde doğruluk payı da fazla. Postmodernizm okumalarında kafamın karışması doğalmış. Tam da düşündüğüm gibi baştan sona saçmalık.” Nasıl mutlu olduğumu anlatmam, ayrı bir makale konusu olabilirdi, adı “Mutluluk” olan.

Sonra orada “Fashionable Nonsense, Postmodern Intellectuals’ Abuse of Science” adlı kaynağı gördüm. Ülkemizde bu kitabın pek okuru çıkmayacağı ve ilgilenenlerin de zaten orijinalini okuyup anlayabilecek düzeyde olduğunu düşündüğümden, uzun süre internetten indirdiğim Alan Sokal’ın makaleleriyle boğuştum durdum. Bambaşka sözcüklerle yaptığım aramalardan yola çıkarak ulaşmıştım Alan Sokal’a. Sonra bir gün pat diye bir Türkçe kaynak çarptı gözüme bizden Ali Şimşek’in yazmış olduğu oldukça anlaşılabilir “sokal kapanı ya da retoriğin sefaleti”(2) makalesi "zıpır"lığın kısa bir özetini veriyor sonra da Sokal, Bricmont ikilisinin kitabından bazı alıntılar yapıyordu.



Ali Şimşek’in verdiği kaynaklarda kitabın Türkçe yayınlanmış olduğunu görüp sevindim.
Kitabı Memet Baydur ve Ongun Onaran çevirmişler. İlk baskısı 2002 ve 1000 adet. Yine 2002 de 500 adetlik 2. baskıyı yapmış İletişim yayınları. Alıntılar İletişim’den çıkan 2. baskıdan yapılmıştır.
Şimdi kitabın yazılışına neden olan “zıpır aldatmanın” öyküsüne gelelim:

Social Text adlı saygın Amerikan kültür çalışmaları dergisine Alan Sokal’ın

Sınırların Aşımı: Kuantum Yerçekiminin Dönüşümsel Bir Betimlemesine Doğru” başlıklı bir yazı göndermesiyle başlar öykü. Makale kabul edilir ve postmodernizm eleştirilerine cevap veren özel bir sayıda yayınlanır. Ardından, Lingua Franca dergisine gönderdiği bir başka yazıda, Alan Sokal, makalesinin baştan aşağı saçmalıklarla dolu, birbirini değilleyen önermeler içeren ve postmodernizmin maskesini düşürmek için yazılmış hileli bir yazı olduğunu açıklar. (4) Literatüre “Sokal Vakası” olarak geçen entelektüel skandalın kitabıdır.(6 )

İlginç değil mi? Önemli bir bilim adamı saygın bir bilimsel dergiye içinde postmodern düşünürlerin o kafa karıştırıcı ve bellek bulandırıcı kavramlarının bonkörce kullanıldığı, aslında hiçbir anlamı olmayan sadece saçmalıklardan oluşan bir makale gönderiyor ve bilim adamına güven o kadar sonsuz ve aslında işin gerçeği; kavramlar o kadar karmakarışık ki sanırım okuyan editör bilimciler de altından kalkamadıkları makaleyi yayınlamayı uygun görüyorlar. Ne de olsa önemli bir teorik fizikçinin, Alan Sokal’ın makalesi!

Şimdi de makale konusunda Ali Şimşek’in yorumuna göz atalım:
“Alan Sokal bilimden özellikle de kuantum fiziğinden alınmış kavramları hiç bir mantık ilişkisi ve açıklama gözetmeden saçmalamanın sınırlarını da zorlayarak harmanlamış, bunu prestijli bir dergide yayınlatmayı da başarmış; sonra ise yayınlanan makalenin aslında saçma bir kolaj olduğunu açıklamıştı. Kısacası tam bir akademik skandal! Yani, Sokal postmodern jargonu tam da kendi silahlarıyla vurmuştu; parodileştirerek ve itibarsızlaştırarak.” (2)
Kitabı Kadıköy’de biraz zor da olsa buldum. Hemen o gece okumaya başladım. Bitirinceye kadar elimden bırakamadım.

Son Moda Saçmalar, bu hileli makaleye neden gerek duyulduğu anlatıyor. Çimen Güzay “Fizik Postmodernizmi Yapıbozuyor!” adlı internet makalesinde kitabın başarılı bir yapıbozum örneği olduğunu söylüyor. (4) Kitapta makalenin kısa öyküsü verildikten sonra Jacques Lacan, Julia Kristeva, Luce Irigaray, Bruno Latour, Jean Baudrillard, Gilles Deleuze ile Felix Guattari ve Paul Virilio gibi kuramcıların söylemleri inceleniyor. Yazarların iddiasına göre bu isimler, sadece temel bilimlerden kifayetsizce ödünç aldıkları kavramları saptırmakla kalmıyor aynı zamanda bu saptırmalar ile bir düşünce bulanıklığı yaratarak zihinleri gerçeklik konusunda kafa karıştırıcı bir patikaya doğru iteliyorlar.(4)

Açıklamanın yerine yorumu koyan postmodern söylem çoğunlukla sırtını fizikten ve matematikten aldığı kavramlara dayamaya çalışır. Görelilik, belirsizlik, entropi, kaos ve karmaşıklık gibi, aslında belirli bir terminoloji içinde fazlasıyla dikkatli kullanılması gereken kavramlar hemen her alana hiçbir açıklama getirmeden kolayca yaygınlaştırılır. Toplumsal bir entropiden, dört boyutlu bir toplumsal geometriden, öznenin içe patlamasından, atom altı duygulardan, kara deliğe dönüşen yığınlardan sözetmek gibi...(2)
Richard Dawkins 'in 1998 de Nature dergisinde kitap eleştirileri bölümünde bu kitaptan söz ederken ‘post modernizmin maskesi düştü’ diyordu.” Cümlesiyle başlamış Ongun Onaran.
“Yazının içeriği başlığından çok daha alçak gönüllüydü ama İngiliz bilimadamı kimsenin yapmaya cesaret edemediğini sonunda Sokal ile Bricmont’un yaptığını yazıyordu. Lacan, Kristeva, Baudrillard, Deleuze gibi düşünürlerin çevrelerindeki dokunulmazlık halesini kaldırmışlardı.” diye devam ediyor Çeviriye Önsöz. (1)
İngilizce baskıya önsöz ise 7 sayfa, keşke tamamını yazabilsem buradan:“ Entelektüel pozlar adlı kitabımızın Fransa’da yayınlanması kimi aydın çevrelerde ufak bir fırtına kopardı.( Kaynak 2 ye bakılınca kopanların tayfun olduğunu göreceksiniz. EU) Guardian’da yazan John Henley’e göre “çağdaş Fransız felsefesinin köhne bir saçmalık yığını” olduğunu göstermiştik. Liberation’da yazan Robert Maggiori’ye göre ise bizler aşk mektuplarında dilbilgisi yanlışlarını düzelten, mizah duygusundan yoksun ukalâ bilim adamlarıydık. Hem bizi eleştirenlere, hem de gereğinden fazla destek verenlere her iki yaklaşımın da neden geçerli olmadığını kısaca açıklamak, özellikle birkaç yanlış anlaşılmayı düzeltmek istiyoruz…” diye başlıyor İngilizce baskıya önsöz.(1)

Alan Sokal postmodern aydınların bilimi kötüye kullanmalarını ispatladığı gibi bana göre “disiplinler arasındaki kavram aşırmalarının postmodern anlamsızlığını ve saçmalığını” da kanıtlamış oluyor. Neler oluyor sonra?
Eleştirdikleri yazarların Fransız yüksek öğretiminde, derin bir etkisi, medyada yayın evlerinde, ve entelijansiyada bir çok müridi varken , kitaba çok şiddetli tepkiler geliyor.
Acaba Alan Sokal bu saçmalıklar balyası makalenin ne amaçla yazılmış olduğunu açıklamayıp; öylece bıraksaydı kim bilir kaç atıf alırdı diye sormadan da edemiyorum. Ardından da yine merak ediyorum; bir makalenin atıf alacak kadar değeri olup olmadığını saptayan “kuru kurallar zinciri kurumları”, bilgisayar programlarının üreteceği makaleler karşısında nasıl bir tutum sergileyecek?
Kitabın en "eğlenceli" bölümünün Jean Baudrillard üzerine olduğu söylenebilir diye yorumlamış Ali Şimşek. “Çok okunurluğu ile postmodernizm en medyatik siması, bilimsel kavramları yerli yersiz kullanmada da bir üne sahiptir. Baudrillard Körfez Savaşı hakkında şunları söylüyordu: "Asıl olağanüstü olan, herbiri birbirini yavuzca bastıran iki hipotezin; gerçek zamanın kıyamet günüyle, sanal olanın gerçek karşısında kazandığı zaferi de içeren saf savaşın aynı zamanda, aynı uzay-zamanda gerçekleşmiş olmasıdır. Bu, olay uzayının çoğul kırınım gösteren bir aşırı-uzaya dönüştüğüne ve savaşın kesinlikle Öklid-dışı olduğuna işaret eder."(1) Matematik kavramlarının bu kullanışı çok tehlikeli bir hal de almıştır. Eğer Körfez Savaşı öklid-dışı bir geometride geçmiş ve sanalsa bu savaş sadece CNN ekranlarında gerçekleşmiştir. Daha doğrusu "Körfez Savaşı olmamıştır, sanaldır." İşte postmodern teorinin "yaratıcılık" yapayım derken geldiği en sefil durum. Üstelik matematikte "çoğul kırınım gösteren aşırı uzay" diye bir şey yoktur. Bu tamamen Baudrillard'ın uydurmasıdır. Kavramlar metafor gibi kullanılıp aslında düzanlamları veri alınmakta, bir bulanıklık yaratılmaktadır. Geometride bir noktadan sonsuz sayıda doğru geçebilir ama bunun Körfez Savaşı'yla da, CNN naklen yayınıyla da bir ilgisi yoktur. Füzeler Bağdat'ı vururken ve insanlar ölürken geometrinin ötesinde faktörler geçerlidir. Ayrıca füzeler öklidci bir uzayda hedeflerini vurmaktadırlar. Bir noktadan çok sayıda füze geçirmek askeri açıdan hiç de Akılcı (!) değildir.” (2)
Bundan dört beş yıl önce bu konu üzerinde incelemeler yaparken internetteki Türkçe kaynaklar da çok azdı. Günümüzde pek çok kaynak bulmak mümkün.
Philippe Boulet-Gercourt'un Alan Sokal'le New York'ta Yaptığı Söyleşi* "Fransız Düşünürleri Sahtekar mı?" bu kaynaklardan biri(7) Fransıcadan çeviren Ayşe Banu Karadağ. Kısa bir bölümü okuyalım:

Le Nouvel Observateur: Sahneyi Jacques Lacan'la açıyor ve deyim yerindeyse onu mahvediyorsunuz.: "Söyleminin ağır ve gösterişli" olduğundan, "okurlarım yapay bir bilgi birikimiyle etkilediğinden" söz ediyorsunuz... (7)

Alan Sokal: Lacan'ın çalışmaları üzerine genel bir yargı getirecek kadar uzman değilim. Ancak matematik ve bazen de fizikle ilgili söyledikleri bağlamında, "topolojimden, "tor"dan, "cross-cut yüzeylerden" söz ederken -burada doğru terimin "cross-cut" değil de "cross-cup" olduğunu belirtmeliyim-, okurun kafasına "bilgece" terimler soktuğunu, ne var ki bunu yaparken bu terimlerin ne anlama geldiklerini dikkat etmediğini saptayacak kadar bilgiliyim. İleri sürdüğü savlar yanlış değil, yalnızca anlamdan yoksun. Anlam taşıyan savları da var, ancak bunlar da bayağı, özellikle de yersiz bir şekilde ileri sürülen savlar. (7)

Le Nouvel Observateur: Bu arada Lacan'la dalga geçmekten de kaçınmamışsınız: "Ereksiyon durumundaki erkeklik organımızı "-l "in karakökü ile özdeşleştirmesinden mutluluk duyduğunuzu " söylüyorsunuz... (7)

Alan Sokal: Böyle bir formülle dalga geçmemek imkansız. Kitabın ilk baskısında "İnce alay"a daha çok yer vermiştik, ancak sonunda kendimizi tutmaya karar verdik, çok saldırgan bir görüntü çizmek de istemiyorduk. (7)

"Son Moda Saçmalar" kitabını neden çok önemli bulduğumu yine Ongun Onaran’ın önsözündeki açıklamalardan aktarmak isterim:
Kitabı okuduktan sonra iki nedenle Türkçeye çevirmeye karar verdik. Birincisi entelektüel samimiyetsizliğin özellikle Lacan, Kristeva, Baudillard, Deluze gibi etkili yazarlar tarafından yapıldığında yalnızca yapanın değil herkesin başını ağrıttığına inanıyorduk. Türkiye’deki akademik ve entelektüel çevrelerde de bu yazarların çok etkili olduklarını, gazete köşelerinden, “aydın tartışmalarından” doktora tezlerine kadar her yerde görmek mümkündü."(1)


"İkincisi ve daha önemlisi, bu düşünürlerin açıkça ya da örtük olarak dayandıkları postmodern söylemdeki aşırı göreci ve aşırı öznel eğilimlerin Aydınlanma’nın akılcı geleneğine zarar verdiğine inanıyorduk. Uygarlık tarihinde (şimdiki köktendincilik gibi) çeşitli irrasyonalizm biçimlerinin nelere yol açtığı ortadayken, postmodern söylem akılcı ve bilimsel düşünceyi karşısına alıyor, epistemik göreciliği ahlaki ya da estetik görecelik gibi gösteriyordu. Bu konunun şakaya gelir bir yanının olmadığını, hele samimiyetsizliği hiç kaldırmayacağını, hangi kültürden gelirse gelsin, sıcak bir sobanın üstüne oturan herkesin (postmodern düşünürlerin bile) yanacağını, bu gerçeğin onlardan bağımsız olarak var olan “yanma durumu” ile ilgili olduğunu, başka bir deyişle ısı enerjisinin kimyasal tepkimeler üzerindeki etkisiyle ilgili olduğunu düşünüyorduk. Sokal ile Bricmont hem bu konuları toplumsal-kişisel gerçekliğin ya da estetik-ahlaki yargıların konumundan çok iyi ayırıyor, hem de bunların nasıl kötüye kullanıldıklarını anlatıyorlardı. Bu görececi kargaşanın siyasi sol ile Aydınlanmacı geleneğe ne kadar zarar vereceğini tartışıyorlardı. Biz de bunları Türkçe okuyanların dikkatine sunmak istedik. (…)”(1)

Her satırı ile birlikte çalıştığımız , gecelerde işin güçlüğünü sezdirmeyecek kadar keyifli kılan ama metnin basılmış halini göremeden bizlerden ayrılan sevgili dostum Memet Baydur’un anısına. Ongun Onaran şubat 2002, Ankara.”(1)

Her kitabın hikâyesine “o gün"den sonra dilsiz bir hüznün gölgesi düşer. “O gün” yazarın, ya da çevirmenin öldüğü gündür. Artık kitabı elimize aldığımızda satırlar arasında gezinirken sessiz bir acının gölgesidir arkadaşımız. Değerli edebiyatçı ve bu kitabın çevirmenlerinden biri olan
Memet Baydur, ne yazık ki iki yıllık uğraşısının ürününü basılmış olarak göremeden aramızdan ayrılmış 2002’de. Anısına Saygıyla.

ezgi umut, 8 Temmuz 2007
Kaynaklar:
(1) Alan Sokal, Jean Bricmont, Son Moda Saçmalar, Post modern aydınların bilimi kötüye kullanması, çev Memet Baydur, Ongun Onaran 2.baskı İletişim Yay. 2002
(2) http://www.physics.nyu.edu/faculty/sokal/index.html
(3) http://www.soldergisi.com/yazi.php?yazigoster=1894&belirle=ali%20şimşek
(4) http://www.sahici.org/node/21
(6) http://www.iletisim.com.tr/iletisim/book.aspx?bid=850
(7) http://www.usatolyesi.org/Fransiz_Dusunurleri.htmlKapak resmi:http://www.imge.com.tr/product_info.php?products_id=18778&osCsid=jebjna4r9n27gefn0hq5kokfj5


Bu yazı "Son Moda Saçmalar " adıyla 9/ 7 / 2007 de MB de yayımlanmıştır.



Etiketler: , , , ,

Kuzey Sardunyaları Romanı Anlamlı Duygusal ve Güzel


Hayaller vardır binbir çeşit, arzular vardır. Kimileri gezgin olup dünyayı dolaşmayı, yepyeni yerler yeni dostlar keşfetmeyi, kimileri tekneye atlayıp okyanuslara yelken açmayı, bazıları da yaşam ipinin basakmaklarını tırmanmanın verdiği onca yorgunluk ve deneyimden sonra Nirvana’ya ulaşmayı tek amaç edinmiştir, kimileri de bozgunlardan sonra okumayı. Yaşam boyu okurlar çünkü tüm yaşamları da bir bozgundur aslında. Okumak kaçarak sığındıkları bir ana kucağıdır, sevgilinin yumuşak bağrından bile daha fazla mutlu olacakları tek yerdir. Ütopyalar, hayaller, kırılgan ve mutlu yaşamlar. Hemen hepsi kitapların içinden seslenmektedir onlara yaşam kadar canlı en güzel sesleriyle.


İnsanlar için hayatın anlamının tepkilerinin ve hayallerinin bileşkesinde gizli olduğunu düşünüyorum. Kitap kapağına konu olan Edvard Munch’un “Öpüşme” tablosu da öyle!

Edvard Munch sanatında kendisine hayatın anlamını açıklamaya çalıştığını söylemiş ve başkalarına da... Bir zamanlar sanatçıların, ressamların üstlendiği "hayatın anlamını anlama ve anlatma" edimi anlaşılan o ki günümüzde dört günlük sanal arkadaşlık ortamlarında gündem bulmakta. Düş teknelerinin yelkenini tutku rüzgârları üflerken, kendilerini sanal dünyanın o vazgeçilemez büyülü ortamında ütopyalarının kahramanı olarak ifade etme özgürlüğünü kişiler üzerinden birkaç kısıtlı gün kullanır bu misyonun gönüllüleri.


Kiminin hayalleri gerçekleşirken, bazıları için bu ne kadar çabalasalar da ulaşılamayandan öteye gidemez, yazgıyı sorumlu tutarlar ve hep olmayan hiçbir zaman olmayacak ülke olarak kalır kurguları gerçekleşmeyen arzular olarak.


Kimileri de mitolojik fantastik ütopyaları; kendi gerçeklikleriyle harmanlayıp, bambaşka hiç uslarında, düşüncelerinde o güne kadar gerçekleşebileceğine olanak tanımadıkları ama gizliden gizliye arzu ediyor oldukları çılgın hayallerin peşinden koşmaya başlar coşkuyla. Ütopya aslında “olmayan yer”dir bilirsiniz elbette. Ne sözlükler yazıldı hakkında, bilirsiniz. Olmayacağını bilirsiniz de yine de o hayalin peşinde koşarken; küçücük bir çocuğun yüreğidir coşkuyla çırpan.
İşte Nadir Paksoy da böyle yapmış. “Düşsel bir Akdeniz kentinden başlayıp Geceyarısı Güneşi Ülkesi’ni keşif turlarına tutsak, uzun karanlık gecelerle, kısa beyaz günlerle süren yitik bir iç yolculuğun simgesel dış yansımalarını”(1) yazmış.


Fantastik ütopik dünyalardan yaşanmış ya da yaşanması olası dünya gerçeklerine kadar uzanan imgelerin bir harmanını simgesel bir anlatımda yoğurmuş Nadir Paksoy.


Yirminci yüzyılın ortalarında doğup da öykülerle, masallarla büyütülmüş çocuklardan söyleyiniz hangisi gizemli “denizkızı” söylencelerini duymadı? Güzelim denizkızı’nın bazen bir kötü cadı kadar acımasız olup, gemileri kayalıklara sürdüğünü, bazen de bir yunus kılığına bürünerek çaresiz kaptanlara yol gösteren iyilik meleği olduğunu hatırlamayanınız var mı?


Nadir Paksoy bu iç yolculuğa çıkarken pek çok sosyolojik gerçekliği de karşılaştırma olanağını kullanmış kitabında. Belki de bundan on dört yıl önce “güvercin kanadından düşen göktaşı”yla bugünlerin karanlığını simgesel olarak vurguluyordu, tekrar denizkızı'na dönüşen yunus’la da...
Bizlerin aydınlanma diye kavuşmayı dört gözle beklediğimiz insanlık ve uygarlık ölçeklerinden verdiği örneklerle hüznünü azaltmaya çalışmış olsa da aslında elem çiçekleri her yerden fışkırıyor. Bana öyle gözüktüler pembe bile olsalar. Kültürsüzlükten, cehaletten, başka ulus bireyleri için çok normal olan insani yaşam tarzlarının ve olanaklarının yoksunluğundan ve elbette sevgiliden ayrı olmanın hüznünden besleniyor bu elem çiçekleri.


Düşsel bir Akdeniz kentinden acılardan, ölümüne direnmelerden kopup gelmiş, orta yaşlı, sakallarına ilk kar taneleri düşmüş bir adam.”(1) diye tanımlıyor anlatıcı kendini.
Yumak yumak anılar”, “ilmik ilmik çağrışımlar” ve “Aşığım sana doyamıyorum”(1) ezgileri zorlukla duyulan. Film sarma mekanizması olmayan bir fotoğraf makinesiyle ayni kare üzerine üst üste basılmış gibi görünen birbiriyle kaynaşıp birbirini kovalayan görüntüler, imgeler.(1)
Katran geceyi, kar çiçekleri giderek beyaza bürüyorken, kuzey sardunyalarından bir yaprak daha düşüyor.” (1) Hüzün çiçekleri bunlar dememiş miydim size?

Yolculuklar, anılar, anı parçacıkları, geri dönüşler, geçmişten gelen Kon-tikiler. Kuzey mehtabının en soğuk ruhları bile baştan çıkarıcı ışıltısı, nerede ne zaman püsküreceği belirsiz yanardağları andıran bellekler…

Acıtan bir duygusallıkla yazılmış sosyolojik bir roman olarak da okumak olası Kuzey Sardunyaları’nı simgesel olarak da...

Yanızca bakakalıyorum
Silüet kayboluyor
Gerçek bitti
Gerçek yok artık
Tıpkı bir ölüm gibi….
(1)

Aslolan yaşamdır insani yaşam ve öldükten sonra ne çare... Yaşamı doyasıya yaşayabilmek.
Nadir Paksoy’un kitabı yazdığı yıllarda (1994) bir Patoloji doçenti olduğunu okuyoruz. Bunu vurgulamamızın nedeni mesleki terimleri bazı edebiyat betimlemelerinde başarıyla kullanması. Yayınevi sayfasından şu anda bir üniversitemizde Patoloji Profesörü olduğunu ve Sultanahmet’teki Büyülü Otobüsün cazibesine kapılarak Katmandu’dan başladığı gezilerine devam etmekte olduğunu öğrenip çok seviniyoruz. (2)


Mitolojik cadılar, anlatıcı kişinin geçmişi ve bizlere hâlâ bir ütopya olarak görünmekte olan Kuzey ülkelerinin sosyolojisi ve kuzeyde olmanın psikolojisi, silüeti peşinde koşulan bir ütopik yaşam ya da sevgili ancak bu kadar güzellikte kurgulanarak birleştirilebilirdi diyorum. İçinde eleştiri de barındırıyor simgesel anlamlar da. Bazen kaybedilen bir sevgiliyi anıştırıyor bazen de ulaşılmak istenen uzak bir ütopyayı. Umudun mutluluğu ile kaybetmenin hüznünün midye tarakları gibi sımsıkı birbirine kaynaştığı duygu yoğunluğu bol bir anlatı.


“Ölümün ardından neler bırakırız.
Yaşanmışlıklar ve anılar.
Gerçek; yalnızca gece
gerçek, yalnızca kar
gerçek, yalnızca karanlık..
Ve gerçek,
Artık ayrı yollarda varoluşlarımızın,
Yürek ve bilinçaltı derinliklerinde akıp giden sızıntısı…
Ve gerçek, artık yeniden kaynaşıp, bir kaynağa
dönüşmesi olanaksız
yeraltı pınarları…”(
1)

“Film sona eriyor.
Görüntüler kar taneciklerine dönüşüyor.”
(1)
Tam da görsel öğeler adeta sinema diliyle betimlenmiş diye düşünürken anlatıcı da doğrulayıveriyor düşündüğümüzü.
“Sadece anlatıcının değil kitabı okuyanların da uzun süre “anılarının afişlerinde kalacak bir “uzun etkili-kısa metrajlı” Kuzey filmi”(1) adeta.
Kuytulardan sızan puslu akşam üzerlerinde prizmalardan yayılan ışık senfonisini kendini yalnız hissetmeyen görür mü? Kuzey Ezgisi’nin hızlı adımlarla gecenin karanlığına karışmasından kim etkilenir? Kitap kanımca yalnızlığa da hayatın anlamına da bir ağıttır. Hem içli anlatımı, hem de yalnızlık konulu resimleriyle, hem de okuma sürecinde sürekli anlatan, açıklayan bir öykücünün sıcacık biraz da hüzünlü sesinin bıraktığı arkadaşlık imgelemi ile.


Belki de heykellerine tükürülmeyen bir ülke olamamanın sessiz ezikliğini paylaştığımızdan. Bir de Akdeniz ılıklığında ve Kutup soğukluğunda selamı nedeniyledir. Ben bu kitabı çok sevdim. Bir daha okuyacağım yeni baştan, kendimi yalnız hissettiğimde, hemen yarın...


(1)Nadir Paksoy, Kuzey Sardunyaları, BAĞLAM Yayıncılık , Birinci baskı, İstanbul, Eylül 1994,
(2) http://www.baglam.com/yazar.asp?no=8
(3) http://www.edvard-munch.com/gallery/love/kiss.htm ( Blog fotoğrafı ve kitap kapağı)


6/ 7/ 2007 tarihinde MB de KUZEY SARDUNYALARI başlığıyla yayımlanmıştır.





Etiketler: , ,

Bataklı Damın Kızı Aysel


1935 yılında çekilmiş olan bu film Nazım Hikmet Kültür Merkezi 'ndeki Sineması Atölyesi Türk filmleri kapsamında gösterildi Salı akşamı. Mimar Sinan Üniversitesi STE arşivlerinde korunan filmin senaryosu da Nazım Hikmet’ten. Selma Legarlöf 'un "Tösen Fran Stormyrtorpet" adlı öyküsüyle, İsveçli yönetmen Vıctor Sjöström 'ün uyarladığı "Bataklık Kızı" filminden Hasan Cemil Çambeli ’nin uyarladığı öyküyü , Nazım Hikmet senaryolaştırırken Mümtaz Osman adını kullanmış. Yönetmen Muhsin Ertuğrul.
Görüntü yönetmenleri ise Cezmi Ar ve Remzi Ar.
Müzikler Cemal Reşit Rey ’den.
Dekor ise Nikola Peroff
Oyuncular : Cahide Sonku, Talat Artamel, Feriha Tevfik, Sait Köknar, Behzat Butak, Mahmut Moralı, İ.Galip Arcan, Nafia Arcan, Müfit Kiper, Hadi Hün, Hazım Körmükçü, Sami Ayanoğlu, Ergun Köknar
Muhsin Ertuğrul, kendi adına yapıp işletmesini İpek Film'e devretmiş.
İlk köy filmi denemesi olması bakımından da ulusal sinama tarihinde önemli bir yeri var.
Çeşitli web sayfalarından sağladığımız bu bilgilerden (1)(2) sonra filmi anlatabiliriz:
Film Aysel ile Ali’nin aşk öyküsünü anlatıyor. Temiz yapmacıksız bir aşk onlarınki.
Aysel Satılmışzadelerin evinde çalışırken evin beyinden hamile kalır. Ancak adam çocuğu üstlenmemektedir. Olay mahkemede çözülecektir. Film köy yolunda at arabasıyla ilerlemekte olan Çamlıbel köyünden Ali’yi görürüz. Patikada da bir köylü kız yürümektedir. Ali köylü kızı arabaya alır. Kız mahkemede işi olduğunu söyler. Kıza kim olduğunu sorunca Bataklı Dam köyünden Aysel olduğunu öğrenir. Kız arabadan iner. Benim Aysel olduğumu bilseydin arabana almazdın değil mi, der. Mahkeme salonunda Satılmışzade ailesinin beyi Aysel ile birlikte olduğunu inkar edip yemin edince Aysel beklenmeyen bir davranış göstererek:
"Çocuğumun babası olan kişinin yalan yere yemin etmesini istemiyorum Hakim Bey!" diyerek davanın düşmesini sağlar. Böylece çocuğunun bakımı için kendisine bağlanacak nafakadan da olmuştur.
Burada kadının ağlayıp çaresiz bir şekilde mahkeme salonunu terk edeceğini bekleyen seyirci ilk şaşkınlığını yaşar. Aysel gururlu, yaptığının bilincinde ve akıllı bir kadındır. Üstelik çok da güzeldir.( Cahide Sonku canlandırdığına göre) Başında filmin sonuna kadar çıkarmadığı tipik bir yemeni ile bağlı olsa da güzelliği ayan beyan ortadadır.
Ailesi yoksuldur Aysel’in ve çocuğa bakarlar ama Aysel çalışmak zorundadır.Yolda arabasına bindiği Ali; yatalak annesine bakması için Aysel’i eve alır. Biraz zaman geçmiş ve Aysel Ali’nin annesine başarıyla hizmet etmekte bir dediğini iki etmemektedir. Köyün zenginlerinden bir adamın köylü olduğu halde köyünden ayrılmayan ve şehirliler gibi modern giysiler giyen kızı Gülsüm (Feriha Tevfik) Ali ’ye vurulur. Kızın ailesi Alilerin evine gider. (Burası da biraz göreneklere uygun mu diye düşündüm) Fakat evde hizmet eden Aysel’i gören Gülsüm ve annesi Aysel’in o evde çalışmasını istemezler. Ali’nin babasına Aysel’i işten çıkartma şartını koşarlar. O gece Ali, arkadaşları ile son bekarlık gecesini yaşar. (O yıllarda bizdeki köylerde böyle bir gelenek var mıydı bilmiyorum ya şimdi onu da bilmem ama TV 'den gelen amerikan etkisiyle yapılıyor olabilir )
Ali çok sarhoş olur. Sonra kasaba meyhanesinde Aysel için söylenen bir kötü söz nedeniyle kavga çıkar ve sanırım Satılmışzade öldürülür. Sabaha karşı eve sarhoş dönen Ali gazetede cinayet haberini görünce cebinden çakısını çıkarıp kontrol eder. Çünkü haberde öldürülen kişinin başında bir çakının parçası bulunmuştur. Ali bir de ne görsün, çakısının ucu kırık değil mi? Adamı kendisinin öldürdüğüne iyice inanır. Çakıyı alıp köyün kenarındaki bataklığa atar. Bu olaya şahit olan Ali’nin babası bataklığa girip çakıyı bulur. O gün kız evine gidilecek, akşama da kına gecesi olacaktır. Kızın babasına size söyleyeceklerimiz var deyip Ali'nin yaşadığı kavgayı ve cinayeti anlatmasını sağlar Ali'nin babası.

Burada da bir kırılma noktası ya da baht dönümü yaşanır. Gülsüm’ün babasının bu işi örtbas edeceğini düşünen seyirci şaşırır. Çünkü adam bu şartlar altında kızını Ali’ye veremeyeceğini söyler. Kız da babasını onaylar. Aşkı bir anda sönmüş gibidir Gülsüm’ün.

Olay kısa zamanda duyulur. Tam bu sırada Bataklı Dam’ın kızı Aysel evden ayrılmasına ve işten çıkarılmasına neden olduğunu bile bile; Ali’nin sözlüsü Gülsüm ile buluşmak ister. Ali’nin çakısının ucunu çok zaman önce Aysel kırmış ve kırık olduğunu söylemeden çakıyı kapatıp Ali’ye vermiştir. Yani bu cinayeti Ali işlememiştir. Ali’nin suçsuz olduğunu anlatır Gülsüm’e. Dileği Gülsüm’ün bundan haberi yokmuş da yaptığı davranıştan pişman olmuşçasına Ali’ye dönmesi ve Ali’nin yıkılan gururunu tamir etmesidir. Nasıl olsa gerçek yani ALİ’nin katil olmadığı yakında ortaya çıkacaktır.


Gülsüm de Aysel’in istediğini yapar. Ali ile tekrar barışmak üzere bir araya gelir ama bu sefer de vicdanı konuşur ve bu olayı Aysel’in kendisine anlattığını söyler. O sırada da Ali, Aysel’i çılgınca sevdiğini kavramış ve onunla düğün yapma hazırlıklarına girişmektedir.
Kız doğruyu söyleyince sorun çözülür ve Ali Aysel ile evlenir.

Nazım Hikmet’in yazdığı bu şiirsel ve güzel senaryoyu çok iyi anlatamadığımı farkındayım. Sadece bir fikir verebilmek için özetlemeye çalıştım.
Filmde konuşmalar az ve anlatılmak istenilen olaylar ve duygular hem görsel (tarlada çalışan köylülerin yoğun emek savaşımı, ekinlerin sürülmesi vs) hem de müzikle verilmiş.
Nazım Hikmet gibi evrensel bir ozanla, Cemal Reşit Rey gibi dünyaya mal olmuş bir bestecinin çalışmalarından çıkabilir ancak bu kadar güzel bir estetik-şiirsel anlatım. Mutlu anlarda çok sesli Türk sanat müziği ve bazı durumlarda da klasik batı müziği kullanılarak, anlatılmak istenilen fikir, filmin arka fonundaki müzikle kuvvetlendirilmiş. Çok beğendim. Yine de keşke daha net olabilseydi ve herkese ulaşabilseydi.

O günlerde köy yaşamının birer doğal nesnesi olan testi, su küpü, mangal, yayık, saban, pulluk , orak gibi nesneleri bugün görenler için ilginç. Ayrıca tek bir otomobile de rastlanmıyor filmde. Ulaşım köyler arasında ya da kasabalara hep atlı arabalarla ve faytonlarla yapılıyor. Tarlalar, köy evleri, keçi ve koyun sürüleri, pulluk çeken mandalar, düğün alayı için süslenen atlar, yayıkta süt döven köylü kadınları, tarlada harman kaldıran köylüler, köylerin daracık kargacık burgacık sokakları hepsi sahne sahne o zamanki gelenekleri ve yaşamı yansıtmada çok başarılı.
Ancak filmin bütününe bakıldığında Batıdan esen bir şey var, ne olduğunu tam bulup çıkaramadığım. Köydeki olağanüstü düzen mi, köylü karakterlerde görülen modern bakış mı, yoksa dekor olarak seçilen köyün çok mükemmel görünümü mü kestiremedim. Umarım filmi izlemiş olup da yazımı okuyanlar katkıda bulunurlar.

Özellikle at arabalı sahnelerde, ekin biçme ve kaldırma sahnelerinde çekim açıları çok mükemmel. Bir de Aysel’in yerden çekilen bir yürüyüş sahnesi vardı ki tek kelimeyle muhteşemdi, unutulmaz güzellikte bir sahneydi. Bu sahneyi çeken kameramanların epeyce toz yuttuğuna değmiş muhteşem bir alt açılı çekimdi. Belirtilmek istenen durum ve duygular kamera açılarının ustalıklı kullanımı ile de yansıtılması bakımından çok önemli bir film Bataklı Damın kızı Aysel. O yıllardaki Rus sineması ekolunun etkilerini de sezdim kamera açıları bakımından. Bu tür filmler devam ettirilebilseydi ve 1959 yılındaki o şansız Belediye deposu arşiv yangını olmasaydı; bugün Türk sineması bambaşka yerlerde olurdu sanırım. Filmde tuhafıma giden Ali’nin babasının ve kardeşinin başındaki yüksek fötr şapkalardı. Üzerinde epeyce düşündüm. Belki de o şapkalar biraz da bilinçli olarak seçilmişti. Filmin çekildiği koşullardaki Türkiye Cumhuriyeti modern bir hamle içinde ileriye doğru ilerlemekteydi. Bu koşulları göz ardı etmeden yapılacak bir sosyolojik değerlendirme aynı filmin bugün neden bütün olarak bakıldığında daha Batılı gibi durduğunun da yanıtını verebilir. Bugün Batılı görünen film belki de o günün ilerleme hamlesi içinde olan gerçek bir köyü yansıtıyor olamaz mı? Yani bu yazıyı yazarken köy enstitülerini de hatırlayınca sorumun yanıtını da buldum sanırım. Seksen yıl önceki ilerleme hızımızın kesildiği ve hatta geriye doğru adımlar atmaya başladığımızdan olsa gerek.

Film doğrunun ve gerçek aşkın zaferini vermesi bakımından etik mesajlar da taşıyordu. Tabii ki üzerine daha çok şeyler yazılıp çizilebilir ama bu sıcak havada termometre 40 C sıcaklık gösterirken benden bu kadar dostlarım. Yine de fısıldamadan edemiyorum. Cahide Sonku bu filmde başrol oyuncusu olan Talat Artemel ile evlenmiş. Bence çok yakışmışlar...


Kaynak: 28/6 / 2007 de MB de yayımlanmıştır:


Etiketler: , , , , , ,

Yazlık Sinema Keyfi Nazım Hikmet Kültür Merkezi'nde


Çocukluğumun yazlık sinemaları belleğimde kalan anıların en güzellerini barındırır. Beşiktaş’ta iki yazlık sinema olduğunu anımsıyorum da düşündüm düşündüm birinin yerini çıkaramadım. Acaba Beşiktaş postanesinin olduğu hanın yerinde sinema mı vardı? Diğeri sahilden içeri doğru giden ana caddenin üzerinde sol kolda yer alırdı. Ulu meşe ağaçlarının altında dizilmiş tahta iskemlelerde yer kapardık. Sigara içmek serbest miydi film izlerken? Bakın buna hiç dikkat etmemişim. Çocuktuk o zamanlar. Sigarayla filan ne ilgimiz olabilir ki. İnsan; ilgisi dışındaki konuları pek de hatırlayamıyor. 60-70 arasındaki yıllardı. Belgin Doruk, Göksel Arsoy, Muhterem Nur, Tamer Yiğit ve Tanju Gürsu ’nun başrollerde oynadığı filmler. Ayşecik filmleri de oynardı. Özden Çelik adlı artisti pek beğenmiştim. Acaba hangi filmdi? Kaç yaşlarındaydım olsun olsun 11 veya 12. O yıllarda çevrilen filmlerin çoğu siyah beyazdı sanırım. Sonra bazı yabancı filmler de gelirdi. Alain Delon filmlerini anımsıyorum.


Değerli yazar Oktay Akbal ’ın öykülerinden pek çoğunda yazlık sinemalarda yaşanmış acı, tatlı pek çok olaya rastlanır. İlk sevgilerin, imrenmelerin ve hayallerin yer aldığı mekanlardı açık hava sinemaları. Yüreğimizin bazen hüzünle bazen mutlulukla dolu olduğu böyle bahçe sinemalarını görmüş olmanın haklı mutluluğunu yaşıyorum şimdilerde. Hele de filmde ara verilince bir koşuşturmadır başlar ya külahta dondurma, veya çubuğundan tutarak yiyeceğimiz frigolar alınırdı. Tuhaf ama o yıllardan gelen zemini öbek öbek dolduran çekirdek kabuklarını da, çekirdek çıtlatma seslerini de hatırlamıyorum ama sinemanın kırma taş atılmış zemininde ilk topuklu ayakkabılarımla tökezleyerek yürüdüğüm bir fotoğraf gibi hatırımda. Topuklu dediysem bir parmak olan topuk biraz incelerek iki parmağa ulaşmıştı sadece. Henüz o apartman topukların, dolgu ayakkabıların modası esmiyordu. Belki de kırma taşlar yoktu da sadece gazoz kapakları mı takılırdı ayaklarımıza? O günden bu güne ne çok değişiklikler yaşadık, gazoz şişesi kapakları da neredeyse tarihe karışmak üzere.


Aradan onca zaman 40-50 yıl geçmesine karşın gönlümüzde yazlık sinemaların kurduğu taht hâlâ ayakta kalmış. Hep bunları düşündüm birkaç akşamdır Kadıköy Bahariye’deki Nazım Hikmet Kültür Merkezinde ıhlamur çiçeklerinin gizemli kokusunu taşıyan esinti eşliğinde film izlerken. Mekanın neler yapabileceğine kanıt, kışlık sinemada izlerken çok da sıcak bakamadığım Takva filminin bambaşka bakış açılarıyla görünmesi gözüme. Düşündürdüklerini eve döner dönmez yazayım dedim ama yaz yorgunluğu buna engel oldu. Bir başka gece de Beynelmilel’i izledik. Sanırım yaz boyunca sürecek bahçe sineması etkinlikleri.

Bilmeyenler için hatırlatalım. Nazım Hikmet Kültür Merkezi Bahariye ’de Ali Suavi sokakta. Ayrıca çocuklar için Değişim Atölyesi oyuncularının gösterileri oluyor. Neşeyle kıkırdayan minikleri görünce omuzlarımıza binmiş dert yükünü atıp onların yerinde olabilmeyi çılgınca özlüyor insan.


Bu yazı 2007 de Yazlık Sinemanın Keyfini Yaşamak Yeniden başlığıyla MB 'de yayımlanmıştır:





Etiketler: , , ,

RAMSAR ve ÖKA Alanlarının Ranta yenik düşmesi: İZMİR KUŞ CENNETİ ...


Bizim kuş gözlem grubuna iletiler gelir. Genellikle mutlu haberler muştular.
Doç. Dr. Kazım Çapacı'dan gelen mail ise "üzüntülerimle" deyip web sayfasını işaret ediyordu.


Durur muyuz hemen sayfasına ulaştık.



Kazım Çapacı'dan aktarıyorum şimdi de:
"Yolu düşen herkesi büyüleyen, bir başka dünyadır, İzmir Kuş Cenneti. Kuşlar, memeliler, sürüngenler, böcekler, bitkiler, bir çok türün kendi kurallarınca binyıllardır yaşayıp gittiği, keyifli hikayelerin yaşandığı, severek izlediğimiz, izlediğiniz... Ve ne yazık ki şimdi… İzmir Kuş Cenneti'nin 'Yaban Hayatı Koruma Sahası' Statüsü Kaldırıldı!!!
Rant uğruna yapılanlara akıl erdirmek mümkün değil.
Ramsar, birinici derece doğal sit, 'Yaban Hayatı Koruma Sahası' olmasına karşın yeterince korunamayan, her geçen yıl gözlerimizin önünde yok edilen, dünya ölçeğinde çok önemli bir doğal yaşam alanı, önemli kuş alanı olan İzmir Kuş Cenneti’ne bir darbe daha vuruldu. Bakınız Kuş Cenneti organizasyonu nasıl betimlemiş bölgeyi ve ekosistemini."


Bu yazıları okuduktan sonra fotoğraflara bakarken üzülmemek elde mi? Sonunda bütün kuşlarımızı ve kır alanlarımızı kaybettikte sanırım sadece yontularına bakarak avunacağız.

Araştırınca sizler de pek çok sayfalar bulacaksınız İzmir Kuş Cenneti ile ilgili. Bunlardan biri olan İzmir Kuş Cenneti org’un sayfasında bölgeyi ne güzel anlatmışlar:

"Sulak alan ekosistemleri arasında en önemlilerinden biridir Gediz Deltası. 40 bin hektarlık bir alana yayılmıştır. Dalyanlar, alüvyon adacıkları ve azmaklar, tatlı ve tuzlu su bataklıkları, mevsimsel subasar çayırlar, akdeniz tipi çalılıklar, tarım alanları ve tuzlalar gibi çok farklı habitatları içeren, 40 bin hektarlık bir alana yayılmış bir deltadır.Kış mevsiminde düzenli olarak barındırdığı 80 bin kadar sukuşu ve aralarında nesli dünya veAvrupa ölçeğinde tehlike altında olan kuşlar da olmak üzere 25 civarında kuş türü için Önemli Kuş Alanı (ÖKA) kriterlerini sağlayan Gediz Deltası Avrupa ve dünya ölçeğinde önemli bir kıyı sulakalanıdır. Yıl boyu 240’den fazla kuş türünü barındıran deltanın önemli ve hassas türlerinden bazıları şöyle sıralanabilir:
Tepeli pelikan (Pelecanus crispus), Flamingo (Phoenicopterus ruber), Küçük kerkenez (Falco naumanni), Mahmuzlu kızkuşu (Vanellus spinosus), Karagagalı sumru (Sterna sandvicensis), Uzunbacak (Himantopus himantopus), Kılıçgaga (Recurvirostra avosetta).
Kuşlar haricinde yaban domuzu (Sus scrofa), çakal (Canis aureus), tilki (Vulpes vulpes) ve porsuk (Meles meles) gibi memeli hayvanlar ve bazı sürüngenler açısından da önemli bir yaşam alanı olan deltada günümüze dek tespit edilmiş bitki türü sayısı 700 civarında olup bunlardan on bir tanesi endemiktir."


Ege Üniversitesi'nden Doç. Dr. Kazım Çapacı' nın web sayfalarında yazılanları Kuş Cenneti'nin fotoğrafları eşliğinde okurken yüreğimize bir başka elem oturdu zınk diye.


Nasıl bir ülkede yaşıyoruz biz? Neden doğamıza bile sahip çıkamıyoruz? Ama 5 Haziran Dünya Çevre günü kutlamalarında mangalda kül bırakmayız. İki gün sonra da Doğal Kuş Cennetimizi rantçıların açgözlülerin ellerine teslim edecek antlaşmaları ellerimizle imzalarız. Bu ne çelişki ne lahana turşusu!

RAMSAR Alanı olan bir bölgeyi rantçıların elinden kurtaramamış olmanın hüznü utandırıyor.


Soınunda kala kala parklardaki tahta kuşlar kalacak .....
ezgiumut


Bu Blog Katı Olan herşey Buharlaşıyor, İzmir Kuş Cenneti de adıyla MB'de 9/6/2007 de MB'de yayımlanmıştır.


Etiketler: , , ,

Varsın Duvarda Asılı Kalsın Bağlaman


Varsın duvarda asılı kalsın bağlaman beklesin mızrabını. (1)’

Artık telleri paslanmış bağlamalar inecek duvardan Sevgili Rıfat Ilgaz, duvardan inecek bağlamalar, mizrabını bulacak her biri ve genç parmaklar çalacak en güzel türküleri.

Kasnağından fırlayan kayışa
Kaptırdın mı kolunu Alişim!”(
1)’

diye seslendiğin Cide gençlerinin bestelediği mısraların martı olup havalanacak dudaklardan, ezgileri doldurup taşacak odalarını

Martıların düşürdüğü tohumdan
Filizlendiğine inandığım kasabamız
Yosun kokardı evleri
Çarşıları midye kokardı
(1)*

diye betimlediğin o şirin kasaba Cide’de anacığından aktardığına göre “derin karda” doğan minik bebek Mehmet Rıfat’ın dünyaya gözlerini açtığı ev, RIFAT ILGAZ Kültür ve Sanat Evi olarak ışıklarını saçacak, Cide kıyılarından havalanan kültür dalgasının aydınlığı yayılacak yurdumuzun dört bir yanına.

Açılışı 12. Cide Rıfat Ilgaz Kültür ve Sanat Festivali sırasında yapılacak olan, Rıfat Ilgaz Kültür ve Sanat Evi’nde Rıfat Ilgaz’ın bugüne kadar yayınlanmış kitapları, fotoğrafları ve özel eşyaları sergilenecek.
Ve mutlu Cide gençleri ve çocukları düşlerinde ve yaşamlarında en güzel Cide öykülerini yazacaklar yeniden.
Yeni asrın büyük yazarları filizlenecek, denizin yosun kokusunu soluyarak odalarında büyüyecek.
Hani Sarıyazma romanında:

“...Cide, doğduğum eşsiz, benzersiz memleket… Ne iyi etmiş de anam beni bu cana yakın memlekette doğurmuş!.. Her şeyimi yitirdiğim günlerde Cide’nin belleğimin duvarlarına yansıyan görünümü ile dirilir, yaşama gücümü tazelerdim...”

(2) diyorsun ya Sevgili Rıfat Ilgaz, evet gerçekten ne iyi olmuş da Cide’de başlamışsın yaşama. Dünyamızdan ayrılışından bak tam 14 yıl sonra bile hâlâ Cide’yi düşünüp, Cide’nin gelişimine katkı sağlıyorsun.

Ne mutlu Cide halkına ki büyük yazarlığının yanı sıra değerli ozanımız Rıfat Ilgaz yapıtlarıyla olduğu kadar Cide’nin bağrında veren sürgünleriyle de ebediyen yaşayacak ve yaşatacak.
Ne mutlu Cide’ye ki Aydın Ilgaz gibi vefalı bir oğula, Necdet Demir gibi çalışkan, vefalı ve modern Belediye Başkanına ve ADD gibi Mustafa Kemal Atatürk’ün Kültür mirasını korumaya özen gösterirken Rıfat Ilgaz’a da sahip çıkan bir derneğin üyeleri anneler, annelerimiz var.


Ne mutlu bizlere ki Rıfat Ilgaz gibi büyük bir ozanımız var şiirlerini okuduğumuz belki de adını bir zamanlar bilemeden ve yazarımız var romanlarına doyamadığımız ve en çok Hababam Sınıfı adlı yapıtlarıyla tanıdığımız.

Ama çocuklar bizden daha da mutlu olmalı aşağıdaki “Okutma Üzerine” adlı şiirin ilk dörtlüğünü duyduklarında:
SINIF’ın ozanıyım mimli,
Hababam SINIFI’nın yazarıyım ünlü,
Kim ne derse desin,
Çocuklar için yazdım hep,


Hep çocuklar için yazan Sevgili Rıfat Ilgaz, edebiyat yaşantısına da çocuk denecek yaşta Kastamonu Nazikter Gazetesi 'nde yayınlanan "Sevgilimin Mezarında" şiiriyle başlamış. Bu şiiri yazdığında henüz on beş yaşında olan şair, o dönemlerde Mehmet Rıfat imzasını atıyormuş.(3)

Sonraları Stepne takma adını kullanmış bir ara yazılarında. Stepne’nin ilginç öyküsünü de sanırım okumuşsunuzdur blog sayfalarımdan.
Rıfat Ilgaz’ın “Sevgilimin Mezarında” adlı ilk şiirinin son dörtlüğünü ile veda ediyorum sevgili dostlarıma :
Her gece uğraştığım hayal senindir ey kız!
Kalbimde parlamadı başka aşk, başka yıldız.
Söyle mezarcığın da kalbim kadar mı ıssız!
Ölüm kadar mı basit!..Mâbed kadar mı sessiz!
(1)

Evet! Sevgili Rıfat Ilgaz! Kültür Evimiz Kutlu olsun. Dostlar Unutmayın. Temmuz'da açılış var Cide'de.
Bellek tazelemek için :
“Festivale Giderken Cide Yollarında”
http://blog.milliyet.com.tr/Proje/Gusta/GustaBlog.aspx?BlogNo=2030
Cide Yollarında II (Rıfat Ilgaz’la)
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=27564
Kuşadası Derici Mustafa Gürbüz Anadolu Lisesi Öğrencilerinden Hababam Sınıfı http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=37040
DOSTLUKLA ESEN KALIN.
(1)’ “Alişim” Rıfat Ilgaz, Bütün Şiirleri 1927-1991 Çınar Yayınları
(1)* “Kasabamız” Rıfat Ilgaz, Bütün Şiirleri 1927-1991 Çınar Yayınları
(2) Rıfat Ilgaz, SARIYAZMA Çınar Yayınları
(3) http://tr.wikipedia.org/wiki/R%C4%B1fat_Ilgaz


Bu blog 7/ 6 / 2007 tarihinde "Her Gece Uğraştığım Hayal senindir Ey Kız! " başlığıyla MB'de yayımlanmıştır.


Etiketler: , , , , , , ,

Bedrettin Cömert' in bir kitabı Mitoloji ve İkonografi



Düşündüm de sevgili kitaplarım konuldukları köşelerde okunmayı bekleyerek ömür doldururken sararıp soluyorlar. Havalandırayım, yaz güneşinde tozu toprağı ortaya çıkan kitaplarıma yıllık bir bakım göstereyim ve bir kısmının da yerini değiştirerek aradığım zaman bulabileceğim şekilde yerleştireyim dedim ve kolları sıvadım. Aslında amacım kitaplarımı düzenledikten sonra ki, bu düzenleme anladım ya benim için bitmeyen bir senfonidir, oturup bir şeyler çiziktirmek ve aklımdaki müthiş konular üzerine derinlemesine dalmaktı yazılara.



İşte o düzenleme sırasında alıp da okumayı unuttuğum, bir nedenle yarım kalan pek çok kitapla karşılaştım ve hüzünlü bir bulut indi yüreğime. Bunlardan biri de BEDRETTİN CÖMERT' in yazdığı MİTOLOJİ VE İKONOGRAFİ kitabıydı. Aslında eserin, MİTOLOJİ ve İKONOGRAFİ'nin üçte birini okumuşum, satırların altını çizmişim yani derkenardan geçilmiyor o sayfalarda. Aklımdaki o çok derin konuları yazabilmek, doğru aktarabilmek için iyi bir geçmiş bilgisine sahip olmak gerekir diye düşünmüştüm. Mitoloji ile başlayıp günümüze doğru evrilen bilgilere gerçekten gerek duyuyorum. Sonra toprağın altından heykeller fışkıran bir kentte, neyin ne olduğunu tam olarak kavramadan yaşayagelmek, benim için aslında yüreğimi gizli gizli kemiren bir utanç konusu da. İşte bu eksikliğimi giderebilmek için okuduğum kitabı kimbilir hangi acil okumalar için bırakmışım. Çok güzel bir mitoloji kitabı öyle ki onu okurken, Hoseidos'a, Homeros'a, Platon'a ve Grek trajedilerine bakmadan geçilemeyecek, yayıldıkça zenginleşen zenginleştikçe renklenen bir kitap. Uzun zamandır istediğim bu projenin üzerindeyim şimdilerde. Hepsini dağınık olarak okuduğum eserleri bir ana izlek etrafında anlamlandırmak da çok hoş olacak gibi, başarabilirsem.



" Sanat tarihçisinin, gelişme eğilimini hiçbir zaman yitirmeyen bir duyarlık yeteneği, öte yandan bu duyarlığı sürekli ayakta tutan, onu yeni boyutlara ulaştıran , bilgisel birikim ve yorum bilincinin olması gerekir. Sanat tarihçisi, tarihçi nitelemesine sığınarak, ne çağından ne gününden soyutlayabilir kendisini. Biz geçmişin olaylarına ancak, çağımızın yaşanmasıyla elde ettiğimiz görüntü perdesi aracılığıyla bakabiliriz. Sanat yapıtına, sanatsal bilinçle ve duyarlıkla sızabilmek için kuramsal hazırlık zorunludur....."



Bilir misiniz yukardaki satırların yazarı , BEDRETTİN CÖMERT'in yaşasaydı yani katillerce kurşunlanıp öldürülmeseydi, bu ülkeye, ülkemize, memleketimize çok değerli katkılarda bulunmaya devam edecek olan aydınlık ve çalışkan bir sanat tarihçisi olduğunu bilmem ki bilir misiniz? 11 Temmuz 1978 günü kurşunlanarak öldürülmüştü 38 yaşında gencecik bir sanat adamı ki bilimsel bakışlı ve eşi Maria da ağır yaralanmıştı. Sonrasında öncesinde, neler olmuş kısaca bakmakta yarar var.



"11 Temmuz 1978 Salı günü. Sabah saat 08:45'de Ankara Gaziosmanpaşa, Karagöz Sokak’daki evinden çıkan Cömert mavi renkli Volkswagen arabasına doğru yürüdü. İki adım arkasından İtalyan asıllı karısı Maria onu takip ediyordu. Arabalarına binip motoru çalıştırdılar."*




"Yolun ilerisinde kırmızı renkli bir Simca'da 3 kişi bekliyordu. Cömert çiftinin arabası hareket edince kırmızı Simca da hareket etti. Volkswagen'in yolunu kesen Simca’dan iki kişi dışarı çıkıp araca ateş açtılar. Çapraz ateş sonucu Cömert olay yerinde öldü. Karısı Maria ağır yaralandı."*




"Tüm Öğretim Üyeleri Derneği Başkanlığını" üstlenmiş olan Cömert, kısa bir süre önce Hacettepe Üniversitesi’nde çıkan olayları araştıran komisyonun başkanlığı üstlenmişti. Bu nedenle de ölüm tehditleri alıyordu." *




Cömert'in yaşamı, hazin sonunu detaylarıyla öğrenmek için aşağıdaki linki okumanızı önereceğim.Okumayı yarım bıraktığım kitaplarımı, genelde önsözüden başlayarak yeniden okurum. MİTOLOJİ ve İKONOGRAFİ kitabının Giriş bölümündeki Bedrettin Cömert'in şu satırlarını görünce, aktaramadan edemedim:





"...Gittiğimiz önemli sanat merkezlerinde "şu galeriyi gezdin mi, bu müzeyi gördün mü?" diye sorarlar hep. Biçoklarımız sıkılır böyle yerlerde. Çoğunda, salt gitmiş olmak için, soranlara "evet" diyebilmek için gidilir bu gibi yerlere. Bu tutumu her zaman olumsuz bir davranış ve sanata ilgisizlik olarak yorumlamak yanlıştır. Çünkü sanat eserlerini ilginç kılacak, onları bize yaklaştıracak gerekli araçlar verilmemiştir elimize. Bizler Türküz ve İslam geleneğine bağlı bir ulusuz. Oysa topraklarımız bu geleneğe yabancı olan eserlerle dolup taşmaktadır ve bu eserler içerik bakımından "Batı" dediğimiz dünyanın geleneğine bağlanmaktadır. Bu eserleri, yetersiz turistik amaçlar dışında, bize gerçek yönleri ile yakınlaştıracak, onları tanımamızı , ne olduğunu bilmemizi sağlayacak, ama herşeyden önce kendi arı Türkçemizle yazılmış araçlar konulmamıştır önümüze (müze katalogları dışında). İşte bu nedenledir ki kendi geleneğimiz ve bu geleneğin belirlediği duyarlığımızın dışına çıkan eserler karşısında, haklı olarak sıkılmışızdır, resim ve heykel sanatını öcü sanıp kaçmışızdır ve tek çare olarak ulusça yalnız şiire sığınmışızdır. Bugünkü çağdaş sanata olan ilgisizliğin nedenini,ya eleştirmene , ya seyirciye yüklemişizdir. Bu işin şimdiye dek sorumsuzca savsaklanmış bir eğitim yönü olduğunu, düşünmemişizdir; düşündüğümüz zamanlar da sadece suçlamakla yetinmişizdir; kendimiz gerekli girişimlerde bulunmadan herşeyi hep başkasından beklemişizdir..."





Evet ya ne kadar doğru demiş Bedrettin Cömert. Gideriz müzelere, bakarız öyle genelde, hatta Bergama'daki kabartmalarımızın lahitlerimizin de geri verilmesini isteriz ama gel de oradaki eserlerin öyküsünü anlat, nedir diye sorsalar ne kadar açıklama yapabiliriz? Hem bunun için sanat tarihçisi olmayı söylemiyorum, sadece genel kültür anlamında ana hatlarıyla bilmemiz gerekmez mi? Cömert'in sözleri derin bir eleştiri olduğu kadar derin, köklü bir memleket sevgisi ile de bezenmiş. Öldürülüşünden 31 yıl sonra gördüğüm Bedrettin Cömert'in gerçek bir aydın ve yurt sevgisi ile çarpan yürek olduğu.





Işıklar içinde yatsın. "Cömert, 1950’lerde şiirle girdiği edebiyat-sanat dünyasında, adını daha çok eleştiri çalışmalarıyla duyurdu. Önemli çeviriler yaptı.


Gombrich’in ünlü kitabı Sanatın Öyküsü ’nün çevirisiyle 1977 Çeviri Ödülü 'nü kazandı.





"Kalmasın Ellerim Sizlerden Uzak" adlı şiir kitabı ise 1979 yılında yayınlandı."*"


Cömert’in daha sonra yayınlanan kitapları arasında şunlar sayılabilir:





"Giotto'nun Sanatı", "Croce'nin Estetiği "ve "Mitoloji ve İkonografi".





"Eleştiriye Beş Kala " isimli çalışması ölümünden sonra Hasan Hüseyin 'in düzenlemesi ile yayınlandı."*



Bense bir elimde kurşun kalem önüme yığılı kitaplar arasında öğrenciliğime devam etmeye çalışacağım, okuyabildiğim ve anlayabildiğim sürece.



* http://tr.wikipedia.org/wiki/Bedrettin_C%C3%B6mert



www.deki.com.tr/index.php?categoryID=82



Mitoloji ve İkonografi , BEDRETTİN CÖMERT, De Ki Basım Yayın Ltd Şti, 2006

Bloğum Milliyet Blogda 4 / 8 / 2009 da Bedrettin Cömert'ten Mitoloji ve İkonografi adıyla yayımlanmıştır:

http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=195197

Etiketler: , , , , , ,

Yıldızların Altında , Evrenimiz için Bir Kılavuz.



Dünyada sesimizi duyurmak, demiştim yabancı dillere yapılacak olan etkin ve yetkin çevirilere bağlı ve bu bağlamda Galapera 'da, 24 Ekim Cumartesi günü başlayacak olan edebiyat çeviri atölyesi* etkinliğini buradan duyurmaya çalışmıştım.
Tersi de doğru yani dünyanın geri kalanının sesini duymak da yine yetkin ve etkin çevirmenlerin, dilimize yapacakları çevirinin özeniyle orantılı. Bakın nasıl?
Bu aralar okuyorum bol bol. Ölünceye kadar yapılacak işler arasında, doğa gezilerime ek olarak, odalar ve duvarlar dolusu kitaplarımın dünyasında pupa yelken çıktığım okuma yolcukluklarım da var kuşkusuz.

İşte bunlardan, sıradaki kitaplardan birini hevesle elime aldım. Bilindiği gibi 2009 Astronomi Yılı, tüm dünyada gençlerin uzaya ve evrene ilgilerinin çekildiği ilginç ve görkemli etkinlikler yapılıyor. Ne diyordum, kitap... Yıllar önce almışım öylece bekleyen, beklemekten sararıp solmuş kitaplarımdan birisiydi, oldukça hacimli de. Büyük bir keyifle okudum, sayfalarını adeta yutarken evrende müthiş inanılmaz bir gezintiye çıkıp takım yıldızlarla, galaksilerle, gökadalarla, novalarla, süpernovalarla, karadeliklerle ve beyaz cücelerle dolup taşan serüvenleri yaşadım. Halley Kuyruklu Yıldızı'na mı binmedim, güneşe en yakın yıldız olan Erboğa Takım Yıldızları'na mı gitmedim, Yengeç Bulutsusu 'nu mu öğrenmedim, Macellan Bulutsusu' nda mı, Başak Kümesi' inde mi kaybolmadım daha neler neler... Çıkacağım doğa gezintilerinde, gerçek yolculuklarda, o binlerce metre yükseltilerin zirvesinde yıldızlı gecelerin evrenini görmek ve yaşamak için bir teleskop almaya karar verdim. Belki de bir gözlemevine konuk olurum , tüm sınırları zorlayacağım.
YILDIZLARIN ALTINDA başlığıyla ve EVRENİMİZ İÇİN BİR KILAVUZ alt başlığında yayımlanan kitabın yazarı, astrofizik konusunda dünyamızın yetkin bilim adamlarından biri olan Michael Rowan-Robinson, kitabını, Mary, Adam, Jonathan ve Nicola'ya adamış. Sırf astrofizik ve kupkuru bilimsel açıklamalardır diye beklediğim ve açıkçası biraz da sıkıcı olur hep bildiğimiz şeylerdir diye ertelediğim kitapta, Babil Yazıtları 'ndan tutunuz da , Dante 'ye, Rilke 'ye Whitman'a kadar yeryüzünde gelmiş geçmiş şairlerden evren ve yıldızlarla ilgili pasajlar, ve yıldız haritalarının ilk oluşumuna katkıda bulunan mitlerden, yıldızları gözleyen kişilerin yaptıkları çalışmalara, yazarın Arap Gökbilimcilerinden, ve Galileo 'dan tutunuz da Kepler 'e daha öncesine ve sonrasına ait okuduğu yetkin astronomi kitaplarına kadar pek çok ilginç bilgi, hiç sıkmadan okudukça hafifleten ve yepyeni dünyalara yelken açtıran bir ılımlılıkta ve bilimselliğini hiç de ayaklar altına almadan verilmişti.
"Bu kitapta, gece gökyüzüne duyduğumuz, bize geçmişten miras kalan hayranlık ile çağdaş gökbilim sayesinde elde ettiğimiz olağanüstü görüntüleri ve şaşırtıcı bilgileri birleştirmeye çalıştım. Çağdaş gökbilimin temel fikir ve kuramlarını, hemen hemen hiç bilimsel bilgi birikimi olmayan bir insanın bile anlayacağı biçimde anlatmaya çaba gösterdim. Bu fikir ve kuramları gece gökyüzüyle ilgili kendi deneyimlerimizle ve geçmişten devraldığımız kültürel mirasla ilişkilendirebilmek için, çalışmamı, kuyrukluyıldızlardan kuazarlara, yirmi tane çok bilinen gökcismi üzerinde yoğunlaştırdım. Bu cisimlerden çıplak gözle görülebilenler eski çağlardan beri bilinmektedir, her çağda ve pek çok kültürde mitolojik öykülere konu olmuşlardır. Bununla birlikte gerçek doğaları ancak yüzyılımızda, pek çoğununki ise son yirmi yılda ortaya çıkarılmıştır. Geri kalanların tümü, biri (3C273 kuazarı) dışında, en azından iki yüz yıldır bilinmektedir ve iyi bir dürbün ya da küçük bir teleskop yardımıyla görülebilirler. İçinde yaşadığımız evrenle ilgili bildiklerimizi bu yirmi gökcisminden yola çıkarak gözler önüne sermeye çalıştım.Michael Rowan-Robinson." **
Yukarıdaki alıntı kitabın arka kapağından.
İlginç olan bir başka nokta da kitabın Hubble uzay teleskobunun uzaya gönderildiği, 1990 larda yazılmış olması. Yazılışından günümüze kadar Hubble' dan gelen bilgilerin ışığında aydınlanan pek çok olay olsa da kitap yıldızlar ve evren hakkında çok önemli ve değişmez klasik bilgileri kapsadığı için çok önemli bir hazine. Yazarına ulaşabilsem soracağım pek çok soru bekliyor derkenar olarak kitabımın sayfalarında.
YILDIZLARIN ALTINDA 'nın yazarı, değerli bilim adamı Michael Rowan-Robinson'a buradan teşekkür etmek istedim.
Esas aklıma takılan kitabın yetkin ve etkin çevirmeni. Böylesine güzel bir kitabı , tadından hiçbir şey eksiltmeden sunma özenini gösteren, bu sessiz kahramana Murat Alev 'e de buradan teşekkürlerimi sunmayı bir borç bilirim. Araştırınca Murat Alev 'in, Evrenin Kısa Tarihi, Astronomi, Yıldızların Zamanı ...gibi daha pek çok yabancı dillerde yazılmış ve keyifle okumuş olduğum kitabı Türkçemize kazandıran başarılı çevirmen olduğunu gördüm. Keşke kendilerine ulaşabilse bu sevincimiz.

Ah bu ışık evreni-**
Bu renkler, bu ahenkler,
Kafam kaynıyor hayallerle,
Gezerken bütün çağların içi sıra,
Yanından geçerek anlaşılmaz galaksilerin,
Yüzen ateşlerin,
Etkinlikle dolup taşan büyük kentlerin içinden,
Ya da göz kamaştıran yaz manzaralarının:
Ve iç kulağımda bir müzik,havanın taşıyamayacağı kadar ince,
-zihnin bu yaşamı, aynası tüm dünyanın.

Ah bu ışık evreni!
Ne kadar kısa bir yaşamım var;senin tansıklarını görmek için
Ne kadar az gün var dünyada dolaşılacak,
Ne kadar az ciğer dolusu soluk,
Yürek çarpmayı kesinceye
Ve ben uçup gidinceye kadar ay-ötesi karanlığa.
Aktardığım dizeler kitapta yer alanların en sonuncuları. Yazarını belirtmediğine göre Michael Rowan-Robinson ' un kendi şiiri olarak düşündüm ve bu saygın bilim adamının, şairliği konusunda alçakgönüllü davranışına hayran oldum. Bilim sanatla yani resimlerle ve şiirle birleşince daha muhteşem, daha da çekici, hele de mitler de söz konusuysa...

Burada Robinson 'un dizelerini aktarırken bile, Neruda 'dan etkilenip "gece yelinin türkülerini" göklerde aradığım zamanlardan bir ses " Ah o yıldızlar!" diye fısıldıyor kulağıma. " Ah o yıldızlar... melankolinin ...".***
Duygu yolculuklarının hüzünleriyle beslense de YILDIZLAR hep var oldu içimde, o muhteşem göksel varlıklar ki hiç unutamadığım, geceleri gitgide daha fazla ışıyan dünyamızın cıvalı aydınlığının bile unutturamadağı, muhteşem oluşumlar, "buz mavisi " yıldızlar...

Kitap TÜBİTAK'dan 2002 yılında basılmış. Okuduğum aynı yıl yapılan 2. baskısı. Toplam beş bin basılmış gibi. Bir daha basılmış mı ya da basılır mı, bilemem. Bu nedenle bulduğunuz anda almanızı önereceğim tüm içtenliğimle, o şanslı beş bin kişiden birisi olmayı kaçırmamanızı.
YILDIZLARIN ALTINDA'yı okuyunuz ve 2009 ASTRONOMİ yılında gençlerimize verilecek en güzel armağanlardan biri olduğuna inanınız.

"Ne kadar az gün var dünyada dolaşılacak" **, keşke daha genç olsaymışım, ya da gençken bu bilinçte.
ezgiumut 2009 Ekim 22
* YILDIZLARIN ALTINDA , Evrenimiz İçin Bir Klavuz
Our Universe- An Armchair Guide
Michael Rowan- Robinson
Çeviri: Murat Alev
ISBN 975 - 403-265- 3
2. basım Eylül 2002 ( 2500 adet)


Bu bloğum 22/ 10 / 2009 da " Astronomi Yılında Muhteşem Bir Kitap Yıldızların Altında" başlığıyla MB de yayımlanmıştır.

Etiketler: , , , , , , , , , , , ,

25 Ekim 2009 Pazar

Bir zamanlar Bir Alp Reel Yaşamıştı



Her şeyin değerinin para/ mal, para/ saat, para/gün ile ölçüldüğü günümüzün vahşi, sömürgen dünyasını acaba önceden sezinledikleri için mi pek çok ünlü yazar yaşamlarına kendileri son verdiler. Bunlar arasında herkesin en çok bildiği Virginia Woolf tur. Birkaç yıl önce filmi de yapıldı. "Saatler"



O zaman için cebine taşları doldurup da şırıl şırıl akan bir derede yaşama son vermenin de kendine özgü bir onurlu zevki olabilirdi belki ama bu gün öyle bir dereyi bulmak için ülkemizde Doğu Anadolu’ya gitmek gerek sanırım. Oralara gidinceye kadar da kişi o karanlık bulutların arasından sızan güneş ışığını yakalayıp bu öz kıyım fikrinden vazgeçer sanırım. O derelerin kıyılarında yaşayanlar ise henüz o tehlikeyi savuşturmuş değiller. Ne çok yaşamlar son buluyor Dicle’nin Fırat’ın köpüklü vahşi sularında. Bu ayrı bir yazı konusu ve üzerine binlerce film yapılabilecek denli derin bir yaramız.


Bilgisayarın başına geçtiğinde amacım 19 yıl komada kaldıktan sonra uyanan bir Polonya vatandaşı hakkındaki haber üzerine, ilk okur okumaz aklıma geliverenleri dökmekti ekrana. (1)
Jan Grzebski, kazayı 1988'de geçirmiş. POLONYA'DA vagon çarpması sonucu komaya giren demiryolu işçisi, 19 yıl sonra uyanmış.(1)

Bu haberi okuyunca yıllar yıllar önce Ankara’daydı sanırım komada uzun bir müddet kaldıktan sonra fişi çekilerek yaşamına son verilen genç; ALP REEL geldi hatırıma. Bir doktor adayı mıydı yoksa ben mi yakıştırıyorum, o zamanın sözcükleriyle söylersek, "cereyan çarpıyor" ve komaya giriyor. Zavallı Alp REEL’in komadan kurtulması için nefeslerimizi tutmuş tüm Türkiye o güzel genç adamın yaşama dönmesini beklemiştik günlerce. Benim içimde hep bir umut vardı. Hep uyanacak diye umdum. Uyanınca ailesini yakınlarını tanıyabilecek miydi? Ne romantik bir buluşma olacaktı diye komadaki hasta adına ne hayaller kurmuştum. Ben de çocuktum o zamanlar. Sonra yıllar yıllar sonra fişinin çekildiğini yazdılar.




Alp Reel’in gazetede çıkan fotoğraflarına bakıp bir de şunu düşünürdüm hep:


"Acaba konuşulanları duyuyor mu? "


19 yıl sonra, inanılmaz diyeceksiniz ya , kazadan tam 19 yıl sonra yaşama dönen Grzebski, "Her şeyi duydum, her şeyi gördüm. Doktorlar bana bir iki ay ömür biçmişti" demiş. Tabi ki Grebzski’nin duymuş görmüş olması rahmetli Alp için geçerli mi değil mi onu bilemem, hiçbir zaman da belki bilemeyeceğiz bilimsel olarak kesinleşmedikçe ama Grzebski'nin 19 yıl komada kalıp da uyanmasının ilginç ve sevindirici bir haber.


Bir taraftan her şeyin para ile ölçüldüğü, insan yaşamının hiçbir değerinin bırakılmadığı imajının oluşturulduğu bu sistemde; demiryolu işçisinin 19 yıldan sonra komadan uyanması bence bir YAŞAM MANİFESTOSU dur.


İnsanın insana, doğaya, hükümetlere, Birleşmiş Milletlere verdiği bir YAŞAM MANİFESTOSU:
Demek ki doğru bir müdahale özenli bir bakım insan yaşamını uyuyarak da olsa devam ettirebilmekte ve sonunda uyanabilmektedir... Bu durumda komaya giren insanların da bazı hakları olması gerektiği açıktır. Aksine kurtarılackken iyi bir bakım görmeyip, sağlık haklarından yoksun bırakılanların , yaşama olanağı varken fişi çekilenlerin de hak hesabı yasalar tarafından hak ihlali yapanlardan, hakları gasp edenlerden sorulmalıdır. Modern ve çağdaş bir insanlık anlayışı bunu getirir.


Ne tuhaf bir dünyaya dönüştü gezegenimiz. Bir yanda yaşam çabası veren komada insanlar öte yanda kendisiyle birlikte yanında bulunanları da öldürmeye çekinmeyen intihar bombacıları. Yüzyılın başında çektiği acı nedeniyle, sadece kendi canına kıyan aydınları anlasalar bunları yaparlar mıydı?


Bu yazımın orijinali , MB'de "Bir Alp Reel yaşamıştı " başlığıyla 2/ 6 / 2007 de yayımlanmıştır:

Etiketler: , , , , , ,

14 Nisan Tandoğan'da

Muhteşem bir miting yaşadık Tandoğan ’da 14 Nisan 'da.
Cumhuriyetimizin temel ilkelerini, lâikliği ve Türkiye'nin bölünmez bütünlüğünü iliğinde, kemiğinde ve özünde hisseden bir Cumhurbaşkanı isteyen binlerce aydınlık insan Ankara’ya aktı oluk oluk. Ankara semaları "Türkiye lâiktir, lâik kalacak!" haykırışlarıyla inledi hem de on bin watt’ lık yükseltici hoparlörlerden değil de doğrudan insanımızın göğsünden fışkıran yürek seslerinin yankısıydı duyulan.
Kimler gelmedi ki? Gençlerimiz, emeklilerimiz, kadınlarımız, öğrencilerimiz, bastonuyla dahi zorlukla yürüyen yaşlı vatandaşlarımız, özürlü arabasıyla katılanlar, çocuklarını sırtına alan babalar, takımlarının şerefine düşkün futbol severler, Çankaya ile ilgili çeşitli kaygılar taşıyan duyarlı vatandaşlarımız, rektörlerimiz, öğretim üyelerimiz, edebiyatçılarımız, sanatçılarımız, esnafımız, köylümüz, kasabalımız, şehirlimiz, etiketlerini bir kenara bırakıp sade vatandaş olarak politikacılarımız... Hiç kimsenin öne çıkmadığı ve yurttaşlarımızın tek yürek olduğu bir mitingdi bu. Benim için en unutulmaz ve en ibret verici görüntülerden birini, beyaz bastonlarını insan yoğunluğundan otuz santim ileriye dahi uzatamadan yürümek durumunda kalan görme özürlü yurttaşlarımız oluşturuyordu. Medyadaki o göz kamaştırıcı, beyin uyuşturucu görüntüleri belki de hiçbir zaman görme olanağı olmayan bu insanlarımızın sözcüklere karşı ne kadar derin bir duyarlılık geliştirmiş olduklarını düşündüm o anda. Aynı duyarlığı şehitlerimizden kelle diye bahsedilmesini affetmeyenler de, Mersinli Çiftçi babalarla gelen Mersinli çiftçi analar da göstermişlerdi, yaşlı nenelerimiz de... Caddeler doldu doldu taştı. Gelenlerin hepsinin kendine göre öne çıkan nedenleri vardı. Ama gerçek şu ki katılanların hepsi Mustafa Kemal Atatürk’ün kendilerine emanet ettiği Türk İstiklâlini ve Türk Cumhuriyetini korumak için gelmişlerdi Ankara’ya. O kadar güzel bir görüntüydü ki kelimeler anlatmaya yetersiz kalıyor. Al gelinciklerin dalgalandığı bir dostluk deniziydi Tandoğan sırtlarında ve Anıtkabir yollarında içinde yüzdüğümüz. Yurdumuzun dört bir yanından en büyük kentlerinden tutunuz en uzaktaki kasabamıza kadar her köşesinden katılan yurttaşlarımız hep bu ülkü uğruna Tandoğan meydanında ve Anıtkabir’de kenetlendiler. Türk İstiklalini ve Türk Cumhuriyetini ilelebet muhafaza etmek için.
Gönül arzu ederdi ki kendini yurtsever diye tanımlayan tüm dostlarımız da bu mitinge katılmış olsun. Türkiye’nin laik kalması ve bağımsız olması konusunda hemfikir değil miyiz?Bu mitingde çok önemli bir olay gerçekleşti ve sivil olarak katılan partililere aniden
BİRLEŞ, BİRLEŞ; BİRLEŞ, BİRLEŞ
diye coşkuyla bağırıyorken bulduk kendimizi. Yine de orada binlerce insanın verdiği bu mesajı, Birleş Birleş mesajını kulak ardı etmemelerini dileyelim sol yelpazedeki liderlerin. Tabii bu nasıl olacak? Onu bilmiyorum. Zaten siyasetten de pek anlamam. Ancak gördüğüm odur ki analarımız, her ne kadar zaman zaman horlansalar da bu ülkede çok önemli bir görevi çoktan üstlenmişlerdir. Birleşmeyi sağlayan da onlar olacaktır kesinlikle!
Tandoğan mitinginde yüreklerde biriktirile biriktirile insanlarımıza dert yükü olmuş istekler, kaynağından yeryüzüne fışkıran büyük ırmaklar olup dile geldi. Özellikle büyük medya devlerinin artık bu istekleri; -olaylara daha objektif bakan ve insanların duygularını gıdıklamak yerine çağa uygun gelişimlerini sağlayıcı misyonları üstlenmiş bir medya dileğini de- dikkate almalarının günü geldi mi diye düşünüyorum.
Miting bitip de otobüsle yolculuk ederken dağlarda güneş batıyordu ve içimi mutlulukla karışık tuhaf bir hüzün kapladı. Kıyıda köşede görünen köylerimiz, bacalardan süzülen incecik dumanlar ve gerisindeki çıplak dağlar. Kimbilir buralardan binlerce yıl kimler geldi kimler geçti diye düşündüm. Binlerce yılın sonunda ulaşılan nokta bizler için bu mu olmalıydı? BOP denilen projenin kurbanları olmadan bu ölü toprağını üzerimizden atmalı ve tek yürek olmakta devam etmeliyiz.

Mitinge Ulusal Sivil Toplum örgütleri yoluyla katıldım.
Bu mitingin, Ankara’da Tandoğan Meydanında başlayıp Anıtkabirde devam eden 14 Nisan Mitinginin bir başlangıç olduğunu ve aynı yurtseverliğin daha pek çok toplantılarla mitinglerle katlanarak, çoğalarak ta ki Cumhuriyetimizin ve özgürlüğümüzün aldığı yaralar kapanıncaya kadar devam edeceği açıkça ortaya çıktı.

Etiketler: , , , , , ,

Yeni dokunuluzmalıklar ve dokunulmazlar


Siz siz olun dokunulmazlıkların kaldırılamasını savunadurun ve iktidar partisine 2003 seçimlerinde söz verdiği dokunulmazlıkların kaldırılmasını ve seçim barajınının düşürülmesini hatırlatmakla çenenizi yorup durun; atı alan çoktan geçmiş olacak Üsküdar’ı.
"Bu da neymiş kim hangi atı yoksa Kır atı mı alıp Üsküdar’ı geçmiş?" demeyin dostlar.
Biz milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasını kabul eden bir kanunun çıkarılmasını beklerken ülkemizde yeni ve dokunulmaz bir kurum ve o kurumun yeni dokunulmazlarını yaratan kanun teklifi TBMM den geçmiş ve Cumhurbaşkanı Sezer’e gönderilmiş bile.
Seçimin tozu dumanı arasında vatandaşın gözünden kaçacağını düşünmüş olmalı iktidar partisi. Neyse ki basının bu tür haberleri veren kaynakları kurutulamadı henüz.
Hürriyet gazetesinden Çiğdem Toker’in haberine göre Ekobank adı verilen ticaret ve kalkınma bankası her türlü yasa yürürlüğe girdiğinde her türlü yargılama, müdahale ve vergiden muaf olacak. Polis, asker başta olmak üzere; devletin hiçbir kolluk kuvveti bu bankanın binalarına giremeyecek. Evraklarına el konulamayacak. Bankanın çalışanları, görevleri sona erdikten sonra bile yargılanamayacak.
“TBMM’den geçirilen yasa ile İran, Pakistan ve Türkiye ortaklığıyla kurulan Ekobank’a ’uluslarüstü’ imtiyazlar tanındı.” başlığıyla verilmiş haber.(1)
Şimdi sorarım size, pardon şu insan hakları kuruluşlarına. Devlet eliyle böyle imtiyazlı bir sınıf yaratmak insan haklarına uygun mudur?
Şimdi de hukukçulara soralım bu soruyu. TBMM’nin çıkardığı bu özel kanunla DOkUNULMAZLIĞI olan çalışanlar yaratması Anayasa’ya aykırı değil mi?
Ülkemizi açık Pazar haline getirdikleri yetmezmiş gibi şimdi de yargılanamayacak olan imtiyazlı kişiler üretme peşinde olan bu hükümet, giderayak ne yapmaya çalışıyor?
Bu soruyu sorunca hemen kızacaklar, sus aman sus yabancıları kaçıracaksın diyecekler. Oysa son yıllarda ülkemizdeki mültimilyarder sayısı 20 den 26 ya çıkmış.Öte yandan soğan ekmeğe ya da çay ve simite talim edenler de artmıştır. Üniversitelerden mezun genç işsizler ordusu ise ayrı bir yaramızdır. Demek ki yabancılarmış, kırılgan ekonomiymiş hepsi bahane. Kapalı kapılar ardında, ömür boyu dokunulmazlık garantili dokunulmaz çalışanlar yaratmak şahane.
(1) http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/6521383.asp?gid=196


Orijinal kaynak blogum 16/5/2007 de MB de " yeni Dokunulmazlıklar Üretilirken " başlığıyla yayımlanmıştır.




Etiketler: , ,