Kitaplar Öyküler Etkinlikler

Kitap , okuma, , çocuk kitapları , romanlar , anılar, edebiyat sohbetleri , sanatçılarla söyleşiler , fotoğraf , edebiyat , çocuk eğitimi üzerine üzerine dokunmak istediğimiz herşey

5 Kasım 2009 Perşembe

Sybil' den BEYZA'nın KADINLARI'na



İstediğimiz kadar yeni dünya düzeninden şikayetçi olalım, sanal dünyaların gittikçe artan çekim gücü karşısında, reddettiğimiz düzenin en büyük destekçileri konumundayız. Ya da şöyle desek belki daha az haksızlık yapmış oluruz. Yeni dünya düzeninin tüm olumsuzluklarına karşın tek güzel yanı iletişim teknolojilerinin hızla gelişerek dünyayı küçük bir köy haline çevirmesi, bilgi açlığını gidermesi, bilgiye kolay ulaşımı sağlaması ve sanal odaların, sanal arkadaşlıkların tiryakisi yapması.


Bir taraftan insanları beton bloklara hapsedip yalnızlaştıracak, öte yandan sanal bir çiçek bahçesine ya da arkadaş cennetine uçuracak. Güzel sohbetler, tatlı düşler… Aman ne mutluluk! Aslında her şey bir düğme ya da bir tık kadar yakındır bize. Milliyet Blogları da öyle değil mi? Her ne kadar herkes güzel, özenli yazılar yazmaya çalışıp nazik yanıtlar verse, güzel paylaşımlar ve çoğalmalar olsa da, bazı blogcular birbirini tanısa da geçekten olduğumuz kişi miyiz? Bir dergide görüp de ilgi alanınıza girmiyor diye başlığını yarım yamalak okuduğumuz onlarca yazının bir benzeri, bloglarda yazılınca okumadan geçebiliyor muyuz? Güzel felsefi bir yazı okumuştum blogcu arkadaşlardan birinde. Ben de uzun uzun yorumlarlar yazmıştım. “Sanal dünyada herkes olduğundan farklı görünür.” diyordu. (Şükür ki böylesi olaylar Milliyet Bloglar için geçerli değil, onun dışındaki sanal dünyalar için söz konusu.) Olduğundan farklı görünmeyi bir sahtekarlık olarak irdelemiyordu ki çok haklıydı, insanların olmadığı fakat özlediği, özendiği kişilikleri oynayabileceğini vurguluyordu. Bu nokta çok önemli. Siz kendi kimliğinizden ve kişiliğinizden emin olabilirsiniz ama karşıya nasıl yaklaşıyorsunuz ya da karşınızdaki bir maskenin ardına gizliyorsa kendisini, bilerek ya da bilmeyerek? Bu olay aslında çok ağır felsefi ve psikolojik sorunları taşıyor heybesinde. Söylemedi demesinler. Belki ileride ‘psikointernetik hastalıklar kürsüleri’ bile kurulabilir.

Ya kişi kendisi de bambaşka kişilikleri olduğunda tamamen habersiz düşe kalka yaşayıp gidiyorsa gerçek yaşamda neler olur? Bunu hiç düşündünüz mü? Alzheimer ya da damar sertliğinden kaynaklanan bunamayı kastetmiyorum. İki gece önce şu yeni dünya düzeninin, küreselleşmenin dertlerine ağlarken, internet dostluklarının sanal tarafına aklım takılmıştı. Düşünmekten bunalınca bir film izleyeyim dedim. İşte ne olduysa orada oldu. Gelişigüzel seçmişim. “Beyza’nın Kadınları”. Tam da çözemediğim internet yumaklarından sıkılmış, başka konularda yoğunlaşıp dinlenmeyi düşlerken, böyle zorlayıcı bir filmin gelmesi bana tuhaf bir çağrışımla bir kitabı, yıllar önce okuduğum “Sybil”i anımsatıverdi. Filmin ilk başlangıç sahneleri gecenin bir yarısı evde yapayalnızken ürkütücü gelmişti. Tüyleri, abartısız diken diken olmuş bir kedi fotoğrafı gibi hissettim kendimi. Hemen msn yi açtım. Baktım yeğenim İnternette. “Oh!” dedim. Tıklamadım. Muhtemelen sanal sevgilisiyle sohbette ama bana bir tık kadar yakın olduğunu bilmek güzel duyguydu:)) Oysa onlar da evin diğer fertleri gibi kilometrelerce uzaktalar. Onun orada o “küçük yeşil ışığının” yanması bende bir güven duygusu yaratırken, bir yanımla da olayın ironisini yapıyordum. Belki de ileride sanal alem sohbetlerimizde gerçek kişiler bile olmayacak. Amaç rahatlatmak kafa dağıtmaksa eğer, niye ne zaman neyi yapacağını bilemedikleri karmaşık insanoğlunu koysunlar ki hazırda stabil programlar dururken.
-cinsiyetiniz: …
-cinsel tercihleriniz: ….
-yaptığınız sporlar:….
-hobileriniz:..
-eğitim durumunuz:…
-Yaşamak istediğiniz ruh halleri:... işaretleyin:

sevinmek, derdini dökmek, hayatınızı anlatmak, iktidar sahibi olduğunuzu göstermek, aşık olmak, nefret etmek, hayran olmak, aşağılanmak, adrenalininizi artırmak, acındırmak, acımak, aşağılamak, karşınızdakini dinlemek, hep konuşmak, belli bir ruh hali yok, ne olsa kabulüm …. seçeneklerinden istediklerinizi işaretleyin. Birden fazla seçenek için alt vs vs tuşuna basılı tutun.

İstediğiniz nitelikteki sohbet odanız ve dostlarınız için ENTER tuşuna basın.

Düşünebiliyorsunuz değil mi nasıl da programlanmış bilgisayarlar olacak karşınızda “dost” ya da “Güzin Abla” rolüne soyunan? O zaman şu soru da geliyor akla. İnsan olmak ne demektir? Ya da nereye gidiyor bu çılgın insanlık?

Şimdi oturmuş da neler saçmalıyor diyenlere saygımızdan konuyu burada kesip önce Sybil’in kısaca tanıtayım. Kitabın adı Sybil (1) ve alt başlıkta “Sybil normale bakışımızı da etkileyen bir gerçektir.” Sybil Dorsett bir psikiyatrik hasta. Onun durumunu konu alarak bir kitap yazılması önerisi geliyor Flora Rheta Schreiber’e. Yazarın uzmanlık alanı İngiliz Dili ve bir üniversitenin adalet kürsüsünde profesör. Sybil’in doktoru Wilbur tarihe adı geçecek olayın yalnızca tıp dergilerinin sayfalarında kalmasını istemiyor. Son derece özel bir analizin gerçekleştirilecek olması da kitabın önemini arttırıyor. Bu arada yazar ile Sybil arkadaş olup pek çok şeyleri paylaşıyorlar. Doktor Wilbur’un tam 2354 muayene seansında kurşun kalemle aldığı notlar, Sybil’in tedavi gereği yazdığı deneme yazıları ve analiz seanslarında kaydedilen bantlar, Sybil’in günlükleri, aile ve hastane raporları, ailenin yaşadığı bölgeyle ilgili o zamanlara ait bilgiler, çıkan gazeteler elden geçirilerek uzun bir çabanın ürünü olarak, ilk üç yıl izleme ve sonra da kitabı toparlama… Ve böyle bir çalışmanın kitap kısmına harcanan on yıl…

"Anormal psikolojinin olağandışı gelişmesinin bir yansıması olan Sybil Dorsett olayı Normal’e bakışımızı da etkileyen bir gerçektir. Bu yalnızca insan bilinçaltı dünyasının tehlikeli güçlerinin yepyeni bir incelenişi olmayıp, yıkıcı aile ilişkilerinin dinamiğine, dar görüşlü , tutucu din çevrelerinin sakatlayıcı etkilerine, bir kadının kendi ailesindeki erkeklerle kurmak istediği özdeşleşmeye, ve kendi gerçeklerini yadsımaya yeni bir bakış açısı sunmaktadır. Sybil’in öyküsü neler yapılmaması gerektiğini saptama açısından da çocukların yetiştirilmesini ve bakımını irdeleyen bir derstir. Olgunluk nedir? Bütün bir insan olma ne demektir? Sorularının yanıtını bulmaya yöneltmiştir bizi.” diye anlatır önsözde yazar. (1) Bakın gördünüz mü, bütün yolların Roma’ya çıkması gibi tüm sorular da insanın ne olduğu üzerine kilitleniyor.

"Sybil’in yaşam öyküsü” diyor yazar “yaratıcılıkta bilinçaltının rolüne, hatırlama ve unutmanın belirsiz iç ilişkilerine, geçmişle geleceğin birlikte sürdüğü varlığa, ‘ilk sahne’ diye adlandırılan cinsel ilişkilerin psikonevrozu hazırlayan etkilerine, ışık tutmaktır. Gerçekle gerçek dışı arasındaki belirsiz ilişkiler ve BEN sözünün anlamı gibi sorular da ima yoluyla anlatılmaya çalışılmaktadır. Tıp açısından da Grande Hysterie ile Şizofreni arasındaki ayrılığı ortaya sermek amaçlanmaktadır.” (1)

Kitabı 4-5 yıl önce okuyup da bitirdiğimde dehşete düşmüştüm. İçinde öyle olaylar vardı ki böyle bir kitabı niye sadece uzmanlara satmazlar diye öfke bile duyup evde kendimin bile bulamayacağı bir yerlere saklamıştım. Oysa bugün çok farklı bir perspektiften bakabiliyorum. Yazarı dediği gibi “hepsinden önemlisi belki de okuyucunun bilinç algısının gelişmesi.”

İşte “Beyza’nın Kadınları” tıpkı Sybil’i yazılma nedenindekine benzer şekilde, izleyicinin bilinç algısını geliştiren bir film. Filmdeki baş karakter Beyza ile romandaki Sybil’in özellikleri örtüşüyor. Çünkü her ikisi de ayni ruhsal hastalığı çekmekte.

Peki bu Sybil’in hastalığının açıklaması ne? Çoklu kişilik bozukluğu. Sanki kişinin belleği bağımsız odacıklara ayrılmış. Bir odadaki belleğin diğerinden haberi yok. Binbir surat gibi bir durum. Asansör beklerken kendini cebinde bilmediği 2 deste anahtarla bambaşka kentte, gece yarısı karlı sokaklarda buluvermek. Aradaki beş günlük süre yok, silinmiş. Soğuk sokaklarda. işi neydi? Bu durum farklı zaman ve zeminlerde tekrarlanırken, her uyanışta farklı bir kişilik olarak, çok kötü olaylar da yaşanır. Hastanın birden fazla kişiliği vardır. Birden fazla insanın rolünü üstlenmiştir tek bedende.

Burada ister istemez sanal ortamla ilgili yumaktaki düğümlere dönüyorum. Orada özellikle sohbet odalarında konuştuğun ya da dostluk kurduğun kişinin yanıtları seni mutlu ettiyse bu kaygı neden? Yani oluşturduğun hayali figürün gerçeğinden farklı olma olasılığı mı? Olsun! Büyük olasılıkla hiç karşılaşmayacaksın! O zaman niye? Dostluğun verdiği rahatlığın eylemsizliğini yitirme korkusu mu? Sanal dostumuzun tıpkı Sybil gibi, farkı zaman aralıklarında bambaşka kişilikler sergilemesi mi seni üzen? Bu kişiliklerden hangisine inanacaksın? Ya gerçeği? Gerçek kişiliği sanal ortamdakilerden tamamen farklı biri de olabilir mi? Ebediyen kaybetme korkusu desek, sanal olan bir dostluğun kaybı, ne kadar gerçek olur? Yaşlı bir kadınla sohbet ettiğinizi düşünürken, ya karşınızdaki bambaşka bir alemdense.…Ne kadar büyüttün mü diyorsunuz. Haydi o zaman filmimize dönelim yeniden:

Neler oluyor filmde. DVD kumandası yakınınızda olsa ( ne yazık ki kayıp listesinde) düğmesine basıp kapatacak kadar korkunç işkence sahneleri, tavandan zincirleme, baş aşağı asma ve kurbanın bacağını kesme ve İstanbul’un çeşitli semtlerinde bulunan kadın, erkek bacakları. Olayın peşine düşmüş gayretli ve tam da kendine has tepkileri olan Komiser Fatih ve Amerika’dan yeni gelmişlere has o İngilizce kelimelerin Türkçesini bulup çıkarmada zorlanan parlak bir adli tıp uzmanı Doruk. Sonra tıpkı Sybil’in kişliğine bürünmüş, çeşitli insan tiplerini birbirinden bağımsız olarak benliğinde taşıyan genç kadın, bir anda oksijen çadırının içinde hareketsiz yatan hasta babasının parmaklarının oynamasından etkilenip geri dönüşler yaşayan, abdesti namazı yerinde dini bütün, yardımsever ve tesettürlü Rabia’yı oynayan, sokaklarda önüne gelenin ve özellikle de genç bir delikanlının arzularının nesnesi olan cinsellik ölçeği tavanda sınır tanımayan bir kadın Dilara , evindeyse eşine biraz uzak durmakla beraber sosyal sorunlara pek ilgili çocuk yuvasında çalışan duygusal ideal bir eş Beyza. Bir de küçükken kadınlığı bastırılmış olan Ayla var. (3) Bu sınırları olmayan Dilara o kadar çok ön plana çıkmış ki, bunun da zıttı Rabia, onun vicdan noktası. Beyza ise, hafıza kopuklukları yaşayan ana karakter.(3)

Film kesik bacak cinayetlerini aydınlatma çabası ve katilin önlenemez iştahı ile devam ediyor. Ben filmin ya da romanın özetini vererek izleyecek ya da okuyacak kişilerin keyif almasına engel olmak istemem çünkü sonunu bildiğim romanları okuyamam, filmleri de izleyemem.

Bir film sadece insanlar eğlensin diye de çekilebilir, insanları neşelendirebilir, (gülmek de gerek değil mi?) Beyza’nın Kadınlarında olduğu gibi bir takım önemli sosyolojik ve psikolojik mesajlar verip rahatınızı da kaçırabilir. Bu filmden sadece ana babaların, eğitmenlerin değil sosyal güvenlik kurumunda bulunan her kademedeki insanın da gerekli dersleri alması gerektiğini düşünürsünüz. Ama nasıl olacak bu iş?

Ayrıca aşırı dinsel baskıların da aşırı serbestlik kadar ruhu tahrip eden bir silah olduğunu da görmemiz ve her yerde mantar gibi biten ehliyetli ehliyetsiz her türlü Kuran kurslarının da çağdaş ve aydınlık kafalarca denetlenmesi gereğinin pratikte nasıl uygulamaya konacağı (konamayacağı) üzerine tezler geliştirirsiniz. Pek tabii aynı denetim mekanizmasının çocuk bakım yurtlarında da uygulanması gerekir. Çocuk bakım yurtlarında meydana gelen tacizler sadece hükümetlerin gündem saptırma ve politikacıların iktidar arayışı sırasında kullandıkları iftira silahlarına dönüştürülmemeli ve bu konularda hükümetlerin değil “devletin” aklı başında kararlı politikaları olmalı. Nasıl olacak? Eyvah! Bu daha da zor.

Töre cinayetleri de girdi düşünce dağarınıza. Başkasından çocuk peydahladı, ya da ailenin istediği damatla evlenmedi, ya da kötü yola düştü, çarşıda bi oğlanla konuştu, başını örtmedi.. gerekçeleri ile namus bahane edilerek hunharca, namussuzca katledilen genç kadınlarımızın aslında çocuk denecek yaşlarda sokuldukları ensest ilişkilerdeki çürümüşlüğün hüznünü giz olarak nasıl mezara taşındıkları sorunu geldi usuma. Sadece yurtlarda, yuvalarda kalan çocukların değil ailelerin de taciz potansiyeli taşıdığını düşündürdü. Bunun çözümü hepten zordu. Çalışan ana babaların evlerine aldıkları ehliyetsiz bakıcılar, akıl sağlığı bozulmuş akrabalar?

İstismara uğradıktan sonra kömürlüklere, bodrumlara, ormanlara, çöplüklere cesetleri atılan çocukları da hatırladım. Dün blog arkadaşım Yeşim’e yazdığım gibi “Ölenler kurtulmuş mu oluyordu?” Filmden sonra hep bu olasılıkları düşünerek yoruldum. Sonunda bir blog yazarak duygularımı Milliyet Bloglarındaki tüm dostlarla paylaşmak geldi içimden işte!

Senaryosu uzun bir araştırma dönemiyle birlikte iki yıllık bir süreçte oluşturulan Türk sinemasının ilk polisiye-gerilim filmi “Beyza’nın Kadınları ” 2006’da seyircisiyle buluşmuş. Filmin senaryo yazımından çekim planlarına kadar tüm aşamalarında uzman danışmanlardan destek alınmış.(2) Bu açıkça belli oluyordu.

Senaryoda çok doğru olan bir şey yapılarak, genellikle tacizcilerin erkek olacağı imajı da yıkılmış. Bunu da çok olumlu bir adım olarak görüyorum kadın erkek eşitliğini savunan biri olarak. Birbirinin kopyası internet sitelerindeki açıklamalarda filmin sadece basit bir polisiye/ gerilim olarak değerlendirilmesini de biraz eksik buluyorum.

Sanatçılara gelince hepsi de çok mükemmeldi ve ben fazlaca dizi izlemediğim için( genelde hiç!) Tamer Karadağlı’nın yüzünü de yıpratmamışım anlaşılan ve Komiser Fatih rolünü çok güzel oynadığını düşündüm. Baş roldeki Demet Evgar’ın muhteşem oyunculuğu, hem Beyza hem de Rabia olarak rolüne hakkını veren yüz mimikleri, beden dili; ileride dünyaya açılacak çok önemli bir sanatçı olacağı izlenimi bıraktı bende. Mine Çayıroğlu’nu tanıyamadım bile. Rolünün hakkını öyle güzel vermişti ki. Ayrıca adli tıp doktoru Doruk’u canlandıran Levent Üzümcüoğlu da çok iyiydi ve yılların yıpratamadığı Salih Güney de hemen kendini gösteriyordu. Diğer sanatçılar da çok iyilerdi ki “Aa! rol yapamıyor” diye bir fikir bir an bile düşmedi usuma. Bu arada Çayıroğlu’nun kızı rolündeki küçük sanatçıyı da kutlamam gerek buradan. Yakın plan çekimler muhteşemdi, kamera açıları da. O karanlıkta, özellikle Beyza’nın yüz ifadesini, mimiklerini tüm derinliğine tam olarak aksettirebilmek yorucu bir çalışmanın ürünü olsa gerek.

Filmde bir kez izleme sonucu çok etkili bulduğum sahne de kayıkta dört karakterin birbiriyle hesaplaşma sahnesidir.

Film boyunca müzik var mıydı, doğrusu dikkat edememişim konuyu kovalamaktan. Sondaki jenerik müziği de çok hoştu doğrusu. Bir not da sanatçı adlarının çok küçük yazıldığını düşünüyorum finalde. Yine de filmin de son derece titiz bir çalışmanın ürünü olduğu belliydi.

Gözüme çarpan bir iki noktayı söylemeden edemeyeceğim. Ben de yanlış algılamış olabilirim. Birincisi ilk karakol sahnelerinde ortamın ( pencere ve duvarlar mıydı) çok fazla sarı-yeşil olması rahatsız edici bir düşsellik yaratmış sanki. Amaçlanasa, o da başarılmış. Belki de adaptasyon sürecinde olduğum için öyle geldi. İkincisi daha önemlisi de, Beyza’nın çocukken kaldığı yuvanın dış görünüşü yeniye yakın bir betonarme bina iken, (özellikle Komiser Fatih’in arabadan inme sahnesinde görünüyor bina) içerdeki çok geniş mahzenleriyle bambaşka bir binada olduğumuz izlenimi uyandırıp konuya yabancılaştırıyor insanı.

Başlangıçta yadırgadığım işkence sahnelerinin de kullanılmasının bu film bağlamında doğru ve etkileyici olduğunu düşünüyorum.

Beyza’nın Kadınları için söylenecek tek şey:

Helal Olsun Mustafa Altıoklar ve ekibine!”

Bu filmi bu yazıdan sonra izlemeyi ihmal edenlere de sevgili Orhan Gencebay’ın çok sevilen şarkısı ile seslenelim … “Yazıklar olsun!”

ezgi umut 14 Temmuz 2007



(1) F.R. Schreiber, Sybil, çev: Nilgün Arıt. e yayınları, 2.basım 2001


(2)
Filmin Künyesi:

Yönetmen: Mustafa Altıoklar

Senaryo: Mustafa Altıoklar , Ebru Hacıoğlu , Nükhet Bıçakçı

Görüntü Yönetmeni: Soykut Turan

Kurgu: Erhan Acar Jr, Gürol Filiz

Müzik: Fahir Atakoğlu

Yapımcı: Mehmet Altıoklar, Elif Dağdeviren Güven , Cüneyt Ortan

Yapım: Hermes Film, Altıoklar Prodüksiyon, Key Productions

Film Türü: Polisiye/Gerilim

Süre: 137 dak

Dağıtım: UIP Filmcilik



Oyuncular:

Tamer Karadağlı, Demet Evgar, Levent Üzümcü, Arda Kural, Haldun Boysan, Engin Hepileri, Berrak Tüzünataç, Aslı Bayram, Damla Başak ve Salih Güney, Mine Çayıroğlu

WebSitesi: http://www.beyzaninkadinlari.com/

(3)  http://mesozturk.blogspot.com/2006/05/multible-personality-disorder-oklu.html

(4) http://mesozturk.blogspot.com/2006/05/multible-personality-disorder-oklu.html


(foto) http://www.film.gen.tr/filmpicture.cfm?fid=1734&picno=1

Etiketler: , , , , , , , , , ,

0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa