Kitaplar Öyküler Etkinlikler

Kitap , okuma, , çocuk kitapları , romanlar , anılar, edebiyat sohbetleri , sanatçılarla söyleşiler , fotoğraf , edebiyat , çocuk eğitimi üzerine üzerine dokunmak istediğimiz herşey

25 Ekim 2014 Cumartesi

Voltaire, Candide, Ferney ve Çeviri Üzerine ~ Ipek's Photoblog

Voltaire, Candide, Ferney ve Çeviri Üzerine ~ Ipek's Photoblog

8 Temmuz 2010 Perşembe

Cadı Kazanında Hayatta Kalabilmek


Hayatta kalabilmek için mücadele eden, diye başlıyordu haber. Ne olduğu önemli değil. Kimin nasıl mücadele verdiği de o kadar önemli olmuyor. Önemli olan amaç ki o da hayatta kalabilmek. Bu bağlamda tüm insanlar hepimiz zavallıyız. Olmadık acıları başkalarına tattırırken kendi zavalılığımızı farkında olmayan zavallılıklardan beslenerek kalıyoruz hayatta etiksizce.


Eskiden hayatta kalabilmeyi, o karikatür dergilerinde haksız olarak çokça yer alan yamyam kazanlarında pişmemek olarak düşünürdüm. Yani yamyam kazanlarında pişme gibi bir durum yoksa eğer hayat sonsuz gelirdi bana. Üç belki de dört yaşlar için... Hayatta kalmak için ayrıca bir çaba ve özellikle para gerektiğinin hiç bilincinde değildim. Ama dikkat dikkat arap saçlarını bile; pişirip yedikleri insanların kemiklerinden tokalarla tutturan bu yamyamlardan uzak durun.

Kuşkusuz bu bir erken çocukluk algısı ve son derecede yanıltıcı. . Küçücük bir çocuğa yamyamları korkunç gösteren karikatürler gösterilirse yaşamının o en değerli yıllarında, beyni de bunu sinsice hatırlatır ileride, gizli çalan bir alarm gibi. Yamyamlar çok kötüdür. Gerçek kötüyü ve kötülükleri anlayamaz. Şükür ki bizden çok uzaktalar şu yamyamlar, diye pek sevirdim. Öyle ya Afrikadalarmış. O sırada Afrika paylaşım savaşları yaşanıyormuş. Bundan haberim yoktu.

Uzaklara gitmek, gezmek seyahat etmek dünyaya açılmak belki de bilinç altında hep o kuşkuyu taşıdığı için mi saklandığımız o Oblomovumsu tembellik kuyuları. Al işte! Bak dünya orada ama sen neredesin? Hiç bi şey yapamazsan yürü, yakın çevrede yürü, orası da dünya değil mi? Ama hemen o korkunçtan koruyan sığınağımıza, mağaramıza koşarız. Gerçekten korur mu, o da şüpheli.

Korsanlar da yamyamlardan sonra gelen kötü insanlardır. Hele kör gözü kara bantlı, olmayan ayağı tahtadan, kopuk kolu ise demir bir mezbaha çengeli olan hain korsandan kim korkmaz. Hep korku, hep gerçeklerin saklanması ve çocuğun aklı çalıştığı halde aklının sürekli olarak sanki aptalca öyküleri kurgularmış da gerçekleri hiç algılayamazmışçasına hayalci olacağı düşünülerek yazılmış düşüncesizce saçılan hastalıklı bilinçaltı kusmukları.

Yazma süreçlerine yoğunlaştığım son yılda, kavradığım bir gerçek var. Yazmak psikanalitik bir deşarj aracıdır çoğunlukla ve benim yaşımda olanlar için belki de kuytu köşelerde yıllarca saklı kalarak basıncıyla dünyasını karartmış, pis kokuların kimbilir nice sıkıntıların da aniden döküldüğü bir arena. Arena. evet, kanlı ya da kansız bir arenada kendisiyle anılarıyla, inançlarıyla ve geçmişiyle hesaplaşmadır aslında yazmak. İşte bu hesaplaşma sürecinde, yaptığınız işin aslında profesyonel bir yazma eylemi olduğunu akılda tutmanın önemi büyük. Yoksa yazılanlarla zavallı çocukları, sağlıksız bilinçaltı tortuları içinde boğmak işten bile değil.

Yazan bile anlayamaz bunu, en yakınları da. Ama birgün gerçek zınk diye çarpar. Çok sonra eser bütünleşip ortaya çıktıktan sonra bile belki kendisini, güncel konuları ele alan çağdaş bir kişi olarak görebilir yazan. Ama geriye bakıldığında dünya dertleri hep aynıdır ve yazar kendi geçmişinden bir şeyler kurgulamış olduğunu anladığında sadece gülümser. Gülümsemek yetmez yazma işinin bir profesyonel edim olduğuna gönülden inanmak gerekir. Bir plan yapmak ve dışına çıkmamak gerekir. Etik kaygılar taşımak gerekir.



Dağınık bir yazı olacağı belliydi. Çok hüzünlü günlerdeyim. Yol ayrımındayım adeta hüzünlerimin. Bakıyorum geriye ve benden yaşlıyken gidenler şimdi benden genç kaldılar.

Çocukluk ve ilk gençlik ise yaşanmamış kadar uzak iklimlerde coğrafyalarda puslu hayaller.Aniden gidiveriyor insanlar, geri getirmenin olanaksızlığı ve acısı hem tanıdıkların hem de tanımadıkların acısı içimdeki uğultulu tepelerde, derin vadilerde yankılanıyor hıçkırıklara dönüşerek. Belki de hiç bir zaman gerçekleşemeyeceğini bildiğimiz tutkuların kırıklığından bu hüzün, bu melankoli. Bizler zavallı insancıklar diyorum. Sessizce. Kaygı okyanuslarında dalıyorum derinlere, zavallı insancık olmanın derinliklerine.

Hayatta kalmak sadece yamyam kazanına düşmemek olsaymış keşke,cadı kazanlarını öğtetmemişler bize, bu korkunç cadı kazanından çıkmamız, kurtulmamız gerektiğinin sıkıntısı basıyor saatleri.



ezgiumut 2010 Temmuz 5

5 Temmuz 2010 Pazartesi

Füsun Akatlı'yı Uğurlarken


Nasıl üzüldüm anlatamam. Türk Edebiyatımızın zarif bir hanımefendisi, değerli bir eleştirmen ve dramaturg , yazar sevgili Füsun Akatlı'yı kaybettiğimiz haberi düştüğünde yüreğim cız etti.




Kırmızı Yayınları'nca verilen sevgili Hulki Aktunç'un Sönmemiş Dizeler adlı yapıtıyla kazandığı 2010 Metin Altıok Ödülü töreninde dinlemiştim en son sevgili Füsun Akatlı'yı. Daha önce de, kadın yönetmenlerden Bilge Olgaç fotoğraf sergisinin de olduğu Abidin Dino etkinlikleri'nde Fransız Kültür Merkezi'ndeydi. Yine Fransız Kültür Merkezi'nde Leyla Erbil etkinliği'ndeydi. Bir kez de Bilgi Üniversitesi'ndeki Leyla Erbil Sempozyumu'nda da vardı sanırım.



Son olarak katıldığım Kadın Eserleri Kütüphanesi'nin Koç Müzesi'nde Fenerbahçe Vapuru'nda düzenlediği ve sunuculuğu yazar Tülin Tankut'un yaptığı "Leyla Erbil Ve Vapur" etkinliğinde gözlerim aramıştı Füsun Hanım'ı da soramamıştım.



Kim derdi ki gidiverecek 66 yaşında veda edecek bu dünyaya hem de sevgili bir dostunun Tomris Uyar'ın ayrıldığı bir başka 4 Temmuz' da.



Çok güzel sözcükler yazmak isterim kendisine, o güzel sözcüklerle uğurlamak isterim. Füsun Hanım ile karşılıklı olarak pek konuşma şansım olmadı ama hep okudum ve dinledim. Geçen akşam bazı bölümler okumuştum “Kültürsüzlüğümüzün Kışı” adlı kitabından, içindekiler kadar adını da çok sevdiğim kitabından. Kendisiyle zihinsel olarak konuşmuş, kitabın üzerine notlar yazmıştım. Oysa değerli yazar o sıralarda hastanede belki de yaşam mücadelesi veriyormuş. İşte yaşamın dayanılmaz trajikliği...



Sivas Kırımı'nda yitirdiğimiz değerli şair Metin Altıok ile yaşamı paylaştıklarını da bilmiyordum, tek kızının Zeynep Hanım olduğunu da. Ne acılar çekmiştir. Metin Altıok Ödül Töreni'ne değerli bir juri üyesi olarak ve 93'ün acılarınıderinden duyan bir edebiyatçı olarak katıldığını sanıyordum.



Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, bir süredir tedavi gördüğü İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nde vefat eden yazar, edebiyat ve tiyatro eleştirmeni Füsun Akatlı için başsağlığı mesajı yayınlamış.

TGC Yönetim Kurulu adına yapılan yazılı açıklamada, ''TGC Sedat Simavi Ödülleri Edebiyat Dalı Seçici Kurul üyesi olan ve Sedat Simavi Ödülleri'nin saygınlığının sürdürülmesinde önemli katkıları bulunan Doç. Dr. Füsun Akatlı'yı (66) yitirmenin üzüntüsü içerisindeyiz. Akatlı'nın ailesine ve edebiyat dünyasına başsağlığı diliyoruz'' denilmiş.Ben de buradan ışıklar içinde yatsın diyorum.





Kitaplarında yazdıklarının dışında, ödül töreninde, kürsüdeki ve sevgili Leyla Erbil'in yanındaki bir dostu olarak anımsayacağım, onca zerafetiyle ve duman rengi , o kendisine çok yakışan şık elbisesiyle, boynundaki kolyesiyle, acılarını saklayan o tatlı gülümsemesiyle ve sözcükleriyle. Keşke bunları daha önce yazabilseydim ama, jüride olduğunu okuyunca, haber yapmaktan çekinmiştim. Keşke aldırmasaydım, yazsaydım. Çok zariftiniz sizler ikiniz birer prenses gibiydiniz o gün, hatta yanyana oturan iki kraliçeydiniz çağdaşlığımızın  kraliçeleriydiniz, sevgili Leyla Erbil ve sevgili Füsun Akatlı yanyana... Ah o gün Yaşar Kemal'e de Üç Silahşörler belki de Şövalye benzetmesi yapınca, “Bak ne kadar genç delikanlısın,” diyorlar demişti yanılmıyorsam . Bunları saklamamalı söylemeli. Yaşamdan ardımıza kalan tatlı sözcükleri ve anları anlatmalı zamanında... .

..Işıklar içinde yatsın Sevgili Füsun Akatlı ve sevenlerine, dostlarına, geride kalan yakınlarına dayanama gücü ve sabır diliyorum tüm kalbimle.

Güle güle sevgili Füsun Akatlı.

ezgiumut 2010 Temmuz 5

NOT Füsun Akatlı, Çarşamba günü saat:10.30'da Harbiye Muhsin Ertuğrul sahnesinde düzenlenecek tören ve sonrasında Teşvikiye Camii­´nde kılınacak öğle namazının ardından Çengelköy mezarlığında uğurlanacak

Etiketler: , , , , , ,

9 Haziran 2010 Çarşamba

Sen Gittiğin Zaman

Sevgili Nergiz , sen çiçekleri çok severdin gülleri , goncaları, bahar gözlü papatyaları, leylakları ve doğayı. Bu öğle sonrası, kar çiçekleri ağlıyordu İstanbul'da... 25 Ocak 2010



Momo ve ülkesini işgal eden gri bulutsu adam kötülüğü orada öylece kaldı, kitabın sayfaları arasından sızdığı yaşamlarda... Pazar mıydı pazartesi mi günleri de bilmiyorum artık o acı haber... evet evet pazartesi geldi. Çok sevdiğim EGELİ yazarların hası dediğim NERGİZ SUZAN ŞANLIALP dostumuzu kaybetmiştik. BU DÜNYADAN SEN DE GEÇTİN adlı güzel öykü kitabının yazarı sevgili NERGİZ gitmişti. Nergiz'in kitabını okumalısınız.

Etrafın bembeyaz olduğu doğanın ak gelinliklere büründüğü günde, bir şölen gününde gitmişti Nergiz arkadaşım. O gün yaşadıklarımı sözcüklerle anlatmak zor. Kar sepeliyordu göklerden beyaz erik çiçekerinin sonradan hüzün çiçeklerine dönüştüğü bir elem sağanağı. Sabah yanıt vermemişti sevgili arkadaşımın telefonu. Sonra son aradığımda açıldı ama ses yoktu. Ailesi miydi, konuşamıyordu açan. Sonra bir daha aradım. ama uyuyorsa, ya uyuyorsa, rahatsız etmemeliyim. Bunu yıl başında da yaşamıştım. Yine öyle oldu diyorum aynısı. Sonra galiba 12.30 civarı ben arandım yine ses yok. Anladım o zaman anladım. Dolanıyorum sokalarda bahçede karları çıtırdatarak, botlarımla buluşan kar yığınlarının o ürpertici sesini dinleyerek dolaşıyorum. Yanımda fotoğraf makinesi bir de çılgın gibi fotoğraf çekiyorum, ağlayan kar çiçeklerini çekiyorum, ağlayan gökyüzünü çekiyorum ve beyaz kar çiçeklerinin arasında arıyorum umudu. Tipide bir çıplak ağacın tepesindeki yuvasına tünemiş, canla başla yavrularını korumaya çalışan anne kuşu çekiyorum binlerce kez... Yine bir yanlışlık olmuştur, telefonu çekmiyordur, havadandır, NERGİZ SUZAN iyi olacak, bahara buluşacağız, hem o yeni kitabını bitirmeden gitmez gidemez bir yerlere..İçimin bir yerleri sızlıyor. Evde isteksizce MSN yi açınca bir arkadaşın başınız sağolsun mesajı...



Herkes büyük kayıplar yaşar. İşte NERGİZ SUZAN da benim yaşamımdaki önemli bir insandı, arkadaşımdı, dostumdu, yokluğu yavaş yavaş yüreğimde daha büyük acılara dönüşüyor, vicdan muhasebelerine dönüşüyor keşke şunu da söyleseydimlere, keşke bunu yapsaydımlara, keşke keşke...NARÇİÇEĞİ mahlasıyla yazan NERGİZ SUZAN'ı özlüyorum, akşam söyleşilerimizi, geleceğini, hayallerini, paylaşmalarını özlüyorum,Yıldıııııız neredesin, diye MSN den diğer sevgili arkadaşımız Yıldız'a, kızlaarr neredesiniz diye ikimize yazdığı çağrıları özlüyorum. Sonra" iyiki" ler geliyor usuma, bloglarda bir yazıdan ödünç alınarak. İyiki seni tanıdım sevgili Nergiz diyorum. Yine de gencecik bir insanın, yaşamı doğayı, insanları bu denli seven bir insanın gitmekliği boğazımı tıkıyor, boğuluyorum. Tanıdın da ne yapabildin...Msn'yi her açışımda o küçücük fotoğrafı, Hollanda'daki hüznünün fotoğrafı ile oradan bakıyor bana ki işte o anda yüreğim yarılıyor...


Ben gidince çok üzülürsün biliyorum demişti bir keresinde. Biliyordu ve hastalığının kötüleştiği aşamaları sanki sakladı. Elleriyle dokuduğu şalıma dokunamıyorum kaç gündür.

Nergiz Suzan Şanlıalp benim İnterne'te Milliyet Bloglarda tanıştığım bir arkadaşım, lisedaşım benden sonraki dönemlerden. Lisedaşım olmasından çok hastalığını anlatan tanıtım yazısı ilgimi çekmiş yüreğime dokunmuştu. Gururlu ve onurlu bir yazı üslubu vardı.Sonra o tanıtım yazısını değiştirmek istediğinde , ona yardımcı olmaya çalıştım. İnsanların kendi hastalığına bakıp üzülmeleri onu üzüyor ama bir türlü değiştiremiyordu. İlk yorumlardan birinde bana ne olursunuz yazışalım diye yazmıştı. Başlayış o başlayış. Ondan sonra neredeyse 3 yıla yaklaşan yolculuğumuzda iki kez de buluşmuştuk. İlk buluşmamız İstanbul'a geldiğinde bir pastanede olmuştu. O günün heyecanından fotoğraf makinesini bile evde unutmuşum. Olacak şey mi? Son buluşmamız olanı da yine aynı yerde. Kitabından konuşmuştuk. Yeni kitap yazacaktı, söz verdi bana. Fotoğraflar çektik ama oturduğumuz masanın iğreti konumu beni çok etkilemişti. Sigara içilmeyen en alt katta merdiven başında ayak altında iğreti bir masa, her an kalkıp gidiverecekmişçesine bir iğretilik.. Yaşama bağlıydı ve yeneceğini düşünüyordu. Sonra güzel kızları izin isteyip gittiler. Onu evine kaldığı yere kadar o upuzun caddede yürümüştük bir sonbahar gecesiydi. Ben de tüm kalbimle inanıyordum yeneceğine. Daha ilk yıllarda , ne olacağı belli olmaz ilerde bakarsın hafızamı da kaybedebilirim diye olasılıkları sıralarken hiç inanmak istememiştim. Öyle durumlara düşmemiş olması beni biraz teselli ediyor.



Neler neler konuştuk sayfalara sığmaz , ciltlere de. Yaşamı,doğayı, canlıları, cumhuriyeti, demokrasiyi ve ailesini arkadaşlarını seven hepsine gönlünde ayrı bir yer açan, haksızlıklara katlanamayan, dünyanın tüm acılarını yüreğinde hisseden, kendisi de çocukluğunda baba hasretleri yoksunlukları yaşamış ve unutamamış, ailesini, eşi Ergun Beyi, o zarif güzel kızlarını canı gibi seven sevgili arkadaşımızı dün 26 Ocak 2010 da uğurladık ikindi de İzmir'den ayaz fakat pırıltılı güneşin ışıltılarıyla Eşrefpaşa camisinden, Karabağlar'a.. Ben orada olamadım nedenini biliyor sevgili Nergiz Suzan, ama sevgili arkadaşımız İlyas Bayram Bey, hem kendi adına, hem de bizim için arkadaşımın toprağına güller attı, kırmızı güller. Sevgili Nergiz Suzan şimdi orada uyuyor NARÇİÇEĞİMİZ, bloglarımızın prensesi,hatıralarımda ise hep yaşatacağım, "anı yaşamaklarda" yaşayacaksın yeniden, yeniden ve her zaman ... yazarların en hası. Uğurlar olsun sana Sevgili NERGİZ SUZAN ŞANLIALP sevgili arkadaşım, gittiğine inanamıyorum...



ezgi umut 26 Ocak 2010 Kadıköy



gülleri , goncaları, bahar gözlü papatyaları, leylakları .... doğayı..... sevgili Nergiz Suzan'ın kendi sözcükleridir bir yorumundan...



Sevgili Narçiçeğimize



Çağlayanlar dondu

buz kesti

asılı kaldı sözcükler

orada geçmişin sızılı

sayfalarından

harf harf döküldüler

buzdan zıpkınlar

yüreğime battı

kar çiçekeleri ağlarken

ve Nergiz'imiz giderken sessizce

yıldızlı gecenin bağrına

yavru kuşların kanat sesleri

yankılandı

arkadaşım gittiğinde

dünya dondu

ve karardı...



ezgi umut 2010 Ocak 30

Etiketler: ,

26 Şubat 2010 Cuma

YİTİRİLMİŞ Mİ , YİTİRİLİŞ Mİ?

Yabancı dilden çevrilmiş kitapları okuruz da acaba kaçımız çevirmenine dikkat eder? Ya da bir kitabın tanıtımı yapılırken o kitabı dilimize kazandıran çevirmenin adına yer verir miyiz sayfalarımızda?

Kitap tanıtımlarımda hep çevirmenin adını da ararım ve yazmaya çalışırım. Bilirim ki tanıtmaya değer bulduğum ve paylaşım amaçlı bir yazı yazmak için emek verdiğim o kitap, çevirmenin adı anılmaksızın eksik kalacaktır.

İlk defa bu konuya ciddi olarak bir kaç yıl önce eğildim. İş Kültür yayınlarından çıkan "Herodot Tarihi"ni okuyup bitirmiştik Nazım Hikmet Kültür Merkezi'ndeki okuma gurubumuzda. Birden keşke çevirmeni ile görüşüp tanışabilsem diye tutku derecesinde bir arzu sardı içimi.

Kimdi, neden bu kalın kitabı dilimize kazandırmayı amaçlamıştı, çeviri yaparken ne gibi olaylar yaşamıştı,kaç yılını vermişti, başlamasına neden olan bir önemli olay var mıydı? ... neler neler.... sorularımın yanıtlarını öğrenebilmek için yanıp tutuşmaya başladım.

Google aramaları sonucunda Müntekim Ökmen ile ilgili sınırlı sayıdaki bilgiye ulaştığım anda kendisini yakın bir tarihte 2003 yılında yitirmiş olduğumuzu da öğrenmek beni son derece üzmüştü.

Daha önce okumadığım için Herodotos tarihini çok pişmanlık duydum.

Kimdi Müntekim Ökmen?

Hasan Pulur'un " Bir Kominist Öldü " başlıklı makalesinden aktararak devam edelim :

"BİR komünist öldü: Müntekim Ökmen...
1915 yılına doğduğu zaman babası cephede ölmüştü, babasını hiç göremedi, mahallenin ya muhtarı, ya da imamı o'na "Müntakim" adını verdi, yani "intikam", bu ismi hiç benimsemedi, "İntikam" bir sosyaliste yakışmazdı, bir harf değişikliğiyle adını "Müntekim"e çevirdi, "müntekim"in sözlükte yeri yoktu ama, intikam da değildi.
***
DARÜŞŞAFAKA'yı bitirdikten sonra gazeteciliğe başladı. Son Posta ve Tan gazetelerinde çalıştı, 1930'lu yıllarda "Türkiye Komünist Partisi"ne girdi.
1946'da, 2. Cihan Savaşı'ndan sonra, dünyada esen göstermelik demokrasi rüzgarına kananlar "sol partiler"i kurdular, sol yayınlar başladı. Dr. Şefik Hüsnü'nün kurduğu "Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi"nin bir kurucusu, yöneticisi de Müntekim Ökmen'di.
Oysa oyun oynanıyordu, bir gece partinin bütün yöneticilerini topladılar, önce Sansaryan Han'a, sonra da Harbiye zindanlarına gönderdiler.
Müntekim Ökmen, ömrünün üç buçuk yılını bu zindanlarda geçirdi, ama çıktıktan sonra bir gün dahi "Ben içerideyken!" diye ne lafa başladı, ne de yazıya...
Fransızcası ve Türkçesi çok iyi olduğundan çeviriler yaptı, edebiyat ve kültür çevrelerinde "Herodot Mütercimi" diye anılıyordu, roman ve felsefi kitaplar da çevirdi ve bir gün çekip Bodrum'a gitti orada yerleşti."

Müntekim Ökmen'i 2003 de kaybetmişiz. Oysa Herodot Tarihi'ni daha önce okuyabilseydim, belki de çevirmeni Ökmen ile ölmeden önce konuşma olanağını bulabilirdim.

Sadece Herodot tarihi mi, daha nice hayran olduğum çeviri kitaplarında isimleri yazan bir çok adsız kahraman var, ülke kültürüne emekleri ile katkıda bulunmuş, okuma sevdalısı memleket sevdalısı insanlar olarak.

Bir de yakın tarihimizde 12 eylül sonrası ömürlerinin en genç en verimli yıllarını hapishanelerde geçirirken kendini çeviri işine o günlerde başlayarak adayan insanlarımız var. Hep düşünürüm okurken, acaba hangi acıların, hangi sıkıntıların sonrasında ya da öncesinde çevrildi bu satırlar diye düşünürüm o çevirileri okurken.


Çeviri Derneği bu konuda attığı güzel, özendirici adımı devam ettirerek her yıl bir çevirmene Çeviri Derneği Ödülü ile ödüllendiriyor.

Bilmiyorum ki belki her yıl yaşayan bir çevirmenimizin ödülü verilirken yanı sıra kaybettiğimiz değerlerimizi, çevirmenlerimizi de anacak etkinlikler de olabilir belki günün birinde.

Bu yazıyı niye yazdım. Sabahleyin Doğan Hızlan'ın " Çeviri Derneği’nin ödül gecesindeydim" başlıklı makalesini okurken hüzünlendim. Ben de oradaydım.

Orada, o gece, ödül töreninde tanıştığım değerli insanları unutmam mümkün değil. Hüzünlendim biraz ve bu yazı çıktı. O gecenin gülen yüzlü yazısını da yakında okuyacaksınız.

Yine "Herdot Mütercimi" hakkında bilgi ararken rastladığım bir olguyu paylaşmak istiyorum:

2003 yılında İONİA'da Ege Üniversitesi Klazomenia Kazısı Başkanlığı ile İletişim Yayıncılık, Tarih ve Toplum Dergisi ortak katkıları ile yapılacak olan etkinlik hakkında:

ARKEOLOJİ VE TARİH YAZ OKULU
22 - 27 EYLÜL 2003

KLAZOMENAİ KAZISI KAMPÜSÜ
ÇEŞMEALTI – URLA
da açılacakmış.

Ne yazık ki yeterli katılımcı sayısının olmayışı nedeniyle etkinlik iptal edilmiş...

70 milyonluk bir ülkede, altı kişiye yılda okumak için ortalama bir kitap düşen bir ülkede, etkinliğin açılması olağanüstü mü olurdu?

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/11010305.asp?yazarid=4&gid=61


http://www.milliyet.com.tr/2003/06/25/yazar/pulur.html


http://ionia2003.tripod.com/index.htm (duyuru ve foto)

Etiketler: , , ,

5 Aralık 2009 Cumartesi

Dünya Kapitalizmi Nereye Gidiyor


O kadar berrak,  o kadar güzel ki bir sürahiye doldurup bardak bardak içesim geliyor havayı. Yürüyorum bahçede. Bir tür oblomovluk yaşadığım bu gün ancak gece yarısı inmişim bahçeye. O da sigaram bittiğinden. Tatlı bir esinti yukarılardan Çamlıca tepesinden kuru bir hava üflüyor bu deniz kentinde. Sigara almışım açık bakkaldan, bari biraz da yürüyeyim diyorum.

Bir tur hızlı yürüyüşle 5-6 dakika sürüyor. Onuncu turda filanım. Güvenlik elemanı gelip sormaz mı "bi şey mi kaybettiniz abla, niye dolaşıyor sunuz? " diye. Uygun yanıtı yapıştırdım hemen, binlercesinden çekip. O anda aklıma Bilgi Üniversitesindeki "Dünya Kapitalizminin geleceği" üzerine yapılan panelde konuşulanlar takıldı bozuk pilak gibi.

"Sosyal güvenlik devletinden uzaklaştıkça sivil güvenlik devletine ağırlık verildiği, ve sivil güvenlik devletinin, yapılan harcamalar nedeniyle daha otoriter bir yapıya bürünmeye başladığı" nın söylendiği geldi usuma. Hangi konuşmacı söylemişti hatırlayamadım birden ama güvenlik şirketi elemanının sorusu aniden sivil güvenlik devletinin otorite çağrısını anıştırdı. Sivil güvenlik devleti ile güvenlik şirketi arasında bir paralellik kurmuş olmalıyım. Niye soruyordu ki bana? Sitede oturduğumu bal gibi de biliyor? Yürüme eylemim nedeniyle bir kimseye açıklamada bulunma zorunluluğu bile yeterince canımı sıktı. Niye açıkladım ki!

Güvenlik sektörü birinci sırayı almış dünyada tabii otorite ve hegemonyasıyla da. Klasik anlamdaki devlet yapısı küçüldükçe, hizmet sektörü bizi korumasının karşılığında otoritesiyle başınızı ağrıtırken, prim de yapıyor.

Bahçemizi çok seviyorum, özgürce dolaşmayı da, kimseye hesap vermeden, canımın istediği saatte. Bitkilere dokununca parmaklarıma, ellerime katmerli kokularının sinmesi hoşuma gidiyor. Kendi diktiğim zakkumların boyumu aşmış olması da. Bi tane de salkım söğüt dikmiştim. Boyu bir metreye ulaşmıştı. Birileri sinek yapar diye söküp attılar ağacımı sorgusuz sualsiz. Nasıl üzüldüm ama hemen başka bitkileri çimlendirmeye başladım şişelerde.

İyisi mi bu bahçe sohbetini burada kesip size duyduklarımı kısa kısa özetleyeyim.Bilgi Üniversitesinde bir panele izleyici olarak katılmıştım da. Ne yazık ki toplantıya kendi ulaşım olanaklarımı kullandığım için ancak yarısında girebildim. Santral İstanbul'un Feshane'nin hemen yakınında olduğunu düşünüyordum ve beş dakikalık bir taksi ya da 20 dakikalık bir yürüyüşle ulaşırım diye ucu ucuna çıkmıştım. Biraz da benzin fiyatlarının artışı sonucu boşalan trafiğe aldanmışım.

Santral İstanbul Haliç'in neredeyse sonunda ama yolculuk bana dünyanın sonu gibi geldi. Vapurda sigara yasak, e taksi de de yasakmış. Ne biçim çifte standartlar var! Bu sınıf farkı yaratmak değil de ne diye düşünüyorum yandaki özel aracında keyifle sigarasını tüttüren adamı görünce. "Zengin yani arabası olan içebilir!" dedi şoför. Ama taksiye binen benim gibi garibanlar da hava çeker. Galiba adam olmaya başladım. Baksanıza havayı sürahiye doldurup içmekler filan....

Salona girdiğimde dünya tarım piyasasını elinde bulunduran 3 büyük tarım şirketi ile bir gübre şirketinin geçen yılın bu dönemine göre katlayan karları ve su sıkıntısı ve kuraklığı da düşündüğümüzde gıda fiyatlarında olacak olan acayip fiyat artışlarından bahsediliyordu Pr Dr Erol Balkan.

Sermayenin Morgage krizinden kaçtığını anlattı. Emtia vadeli işlem borsasına sermaye girişiyle birlikte ciddi spekülasyonlar oluştuğunu söyledi. Anladığım kadarı ile inşaat sektöründeki krizden kaçan spekülatif para, bu sefer de tahıl borsasına girmiş ve nasılsa kuraklık beklentisi, benzin ve dolaylı zamları nedeniyle yükselecek olan tahıl fiyatları üzerinde % 600 lere varan spekülatif beklentiler yaratmaktaymış emtia'da.

2003 'de emtia vadeli işlem borsasında spekülatif amaçla kullanılan sermaye 13 Milyar dolarmış. Şimdiki spekülatif para miktarını tahmin edebilir misiniz? Sıkı durun lütfen! Şimdi kendine yatırım olanağı arayan sermaye ise 260 milyar dolarmış. Yani serseri mayın gibi dolaşan 260 Milyar dolar para var dünyada hani girince bolluk terk ederken de kriz yaratan, anladığım kadarıyla. 5 yıl içinde spekülatif para 20 misi artmış.

Aslında bu artış nereden geldi? Bugün çevre kirliliğinin hesabını kısmen sorabildiği gibi insanlığın , böyle mahfına ve fakirleşmesine insanlık dışı yaşamlara sürüklenmesine neden olan böyle para artışlarının kaynaklarını saptamanın ve hesabını sormanın da günü gelecek mi acaba? İnsan hakları kriterleri içi boş ya da dini etnikçi palavralarla doldurulacak yerde insanca yaşamanın koşullarını sağlayan maddeleri ne zaman dayatacak acaba. Vadeli işlem borsası; fiyatların artmasını bekliyormuş işlem yapmaya başlayınca. Şikago borsasında %73 lerde artış bekleniyormuş. Yani gıda fiyatlarının artmaya başlaması ciddi bir krizin sinyallerini veriyormuş. Bu krizin neden ciddi olduğunu da açıklıyor Pr Dr Balkanlı.

"Bu kriz çok ciddi çünkü içinde açlık var. Bu kriz her yıl 100 milyon insanın açlığa terki anlamına gelir" diyor.
8 trilyon dolar para buharlaşmış bundan önceki krizde ama insan hayatı yokmuş onun içinde.
.
Bu gıda krizi devam edecek ve o bitmeden, yeni bir kriz başlamak üzereymiş. Bu da vadeli işlem borsasında- sıkı durun- su üzerinden yapılan spekülasyonlarmış.

Konuşmacılar şunu da eklediler. Eskiden bu tür konuşmaların kamusal alanda yapılmaması tercih edilirmiş ama artık bu tür konuşmalar "Kamusal Alan"da konuşulacakmış.

"Şom Ağızlı Biliciler gibi artık felaket tellalığı yapacağız." dediler ve eklediler.

"Çünkü piyasalar duydu biz de duyduk!"

Ben de sağolun dedim içimden duyurdukları için. En azından bir vatandaş olarak artık kamusal alanda gerçek sorunların tartışıldığını görmek bir silkinme işareti gibi geldi. Felaket tellalığı bile olsa Kamusal Alan sözcüklerinin artık türbandan başka ve daha hayati meseleler konusunda gündeme geliyor olması günün ironisiydi bana kalsa.

Türkiye'nin su kaynakları bakımından zengin bilindiğini ama önümüzdeki 20 yıl içinde suyun özelleştirilme çalışmalarının başlatılacağından bahsedildi. Hindistanda işçilerin coca cola ile mücadelesini anlatan bir kitaptan bahsetti Pr Balkanlı.

Aslında doğal kaynakların israf edilerek kullanılmasa herkese yeteceğini,dünya genelinde suyun %70 i tarım, % 30 u ise sanayi ve içme için harcandığını, tarıma düşen bu % 70 in % 40 ı ise yanlış sulama nedeni ile israf edildiğini de öğrendim.

Sürdürülebilir kalkınma diye literatüre giren yeni sözcükler üzerine öğrendiklerim:

"Rekabete dayalı ve kar motifli piyasa ekonomisinde kalkınmanın sürdürülebilir olması mümkün değil!" dedi Pr Balkanlı.

Amerika'da ekonominin motoru tüketim. Ortalama bir Amerikan vatandaşı ortalama dünya vatandaşının tüketiminin 20 mislini yapıyormuş.
Dünya çapında tüketimin eşitlenmesi gerekirmiş. Ee herkesin ortalama Amerikan vatandaşının tüketimi kadar tüketim yapması için, o kadar kaynak yok. Bu durumda tüketim kısılacak. Amerika tüketimi kısarsa Çin'e en büyük darbeyi vurmuş oluyormuş. Çünkü tüketilen mal en çok Çin'den geliyormuş. Öte yandan Amerika Kyoto protokolünü imzalamamış tek Batılı ülke. Devamlı doğayı tüketiyoruz. Bu nedenle sürdürebilir kalkınma piyasa ekonomisi ve neoliberal poltikalarla sürdürülemez. dendi.

Neoliberal politikalara bir karşı çıkış varmış Latin Amerika ülkelerinde. Orta Amerika'da kapitalist tarıma karşı alternatif küçük işletmeler permaculture bir yaşam biçimi olarak dizayn ediliyormuş.

Organik tarım üzerine araştırmalar yaparken bu permaculture tarımla ilgili çalışmaları da okumuştum internetten.

Dikkatten kaçan bir konu da İşsizlik oranı küçükmüş gibi görünmesi. Oysa %10 lardaki işsizlik oranı krizin bu aşamasında % 12 ye çıkmış. Kayıtlı iş gücü 3 milyon insanmış. Üniveriste öğrencileri arasında bize ne olacak beklentisi varmış. Beklentisi diye not almışım ama ben kaygısı diye düzeltmek isterim. 4 gençten biri işsizmiş şu anda. Bir türlü çözülemeyen sorun DIŞ AÇIK mış çünkü.


Biz Amerika'ya benzermişiz ama farkımız, bizim ihracat odaklı olmamız imiş... ( bu durumda daha çok Çin'e benzemiyor muyuz?) İhracat görünmedik bir hızla artarken, gelir dağımının bozukluğu dolaysıyla lüks tüketime yönelik ithalat da ihracattan çok daha hızla artıyormuş. (Çin'e benzemiyoruz tamam!)

Bu yılın ilk 3 ayı itibariyle Dış açık 12 Milyar dolar. Ve şu an yani, mayıs sonu itibariyle 41 Milyar dolarmış. Yıl sonun da 50 milyar doları aşacakmış bu durumda. Daha fazla olmaz mı diye düşünüyorum. Eğer dünya ekonomileri durgunluğa girmişse, yatırım ve tüketim için olumsuz etki yapıyorsa, dış kaynak da dar boğaz'a girermiş. Mali olmayan özel kesimin dış borcu görülmedik bir hız-la artıp 100 Milyar doları geçmiş durumdaymış. Bu denli borçla yeni borç bulması güçmüş.

Bu istihtamda düşüş ve tezgahların kapanmasında artış demekmiş. Bu durumda hükümet devreye girermiş. Enflasyonun arttığı, ham petrol ve gıdanın arttığı yani bi tarftan durgunluk , bi tarftan enflasyon olan bu durumda Neoliberal politikalar bitmiştir dendi. Türkiye'de hükümetle merkez bankası arsındaki çatışma kaçınılmazdır. Faiz yükselişini sürdürecektir ve bu yükseliş ikinci bir negatif etki yaratacaktır. Bu durumda özel kesime istihdam için kaynak çıkartılmalıymış. ( Özel kesime kaynak çıkarılınca bu seçim arpalığına dönümez mi çabucacık bu bir. İkinci olarak da özelleşme hani kamburun atılamasıydı ?) Bu durumda hükümet o meşhur mali disiplinlerinden sapıyormuş.

% 6.5 olan faiz dışı fazla daha şimdiden %3.5 a inmiş. Daha fazla da indirilecekmiş. Türkiye'de iktisadın değil siyasi problemlerin tartışıldığını vurguladı konuşmacı. ( burası çoook önemli bir saptama değil mi?) Yani kamu alanı bu tür iktisadi tartışmalara kapatılmış. ( Bu kapatma bana göre iktisadi sorunların yerine inançlarla ilgili yapay sorunların tartışılması ve önemli iktisadi kararların eşiğinde gündemlerin saptırılması, grevlerle ilgili olumsuz tutumlar...) Bu olayda en çok zarar gören işçi sınıfının grevlerinin artacağı, ülkenin sınflar arası çatışmaya sürüklenebileceği olasılıkları söylendi. Kimlikler üzerinden süren tartışmaların içersine bunun da katılabileceği olasılığından bahsedildi.

( Nedense çıkaran hükümetin başını yiyen ve geri alınan toprak reformu geliyor usuma.)




Konuşmacılardan bir diğeri, kelimeyi ( hegemonya) kullanmayı pek sevmese de "hegemonya değişimi " olacağından ve yeni bir dünya düzeninden bahsetti. Dünyanın doları rezerv para olarak kullanmayı bırakması gibi olasılık görünüyormuş ufukta anladığım kadarıyla. Avrupa euro'ya sıkı para politikaları uyguladığı için onun da rezerv para olamayacağı fakat bir rezerv para yelpazesinin söz konusu olabileceğinden bahsedildi. Rezerv para olan paranın sahiplerinin o parayı dünyaya gerektiğinde konfeti gibi serpebilecek yetkinlikte olması lazımmış. Bunu anladım. "Şanghay Beşlisi ile savaş olur mu?" sorusuna yanıtın içinde verilmişti bu bilgiler ve önümüzdeki 10 yıl içinde Şanghay Beşlisi ile savaş olma olasılığı yokmuş.

Şimdi burada Petrodoların Sonu* ki tanıtım için yazdığım bloğu aşağıdaki linkte veriyorum;

http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=55681

adlı kitabı anımsadığımda, orada Chavez'in yapmaya çalıştığının tam da bu olduğunu yani Opet alımlarının dolar üzerinden yapılması kuralını bozmaya çalıştıklarını ve bu konuda İran'a destek verdiklerini de ben hatırlatmadan geçemeyeceğim. Tabii ki bu Suudi Arabistan'ın pek hoşuna gitmiyor. Yani Şanghay Beşlisi her kimlerse onlarla savaş görünmese bile, petro -doların sonunu getirmek isteyen İran'a; Amerika'nın bir yolunu bulup savaş açma olasılığı ve belki de Chavez üzerinde bazı planları olması hala çok kuvvetli desem bana inanan olur mu acaba?


Pr Dr Nurhan Yentürk , büyüme artışı ile istidam artışı sağlanamadığından bahsetti. Teknik gelişme ve büyüme ille de insan kaynakları kullanımını gerektirmiyormuş. Üretim sektörü payında ve sanayi payında azalma varmış. Hizmet sektörü yükselişte. Ortaya çıkan bildiğimiz istihdam artışı mevsimlik, yarı zamanlı, ya da evden çalışma gibi formlar işsizliği arttırıcı etki yapıyormuş.

İşgücü niteliğinde değişik özellikler ortaya çıkıyormuş. Örneğin bir dönem çalışmakta olan mekanik işçisinin, değişim- yatırım süreci ile kendisini işsiz bulması gibi. Nitelikte değişmelerin ihtiyaçta azalmaları beraberinde getirdiğini söyledi Pr dr Yentürk.

Böylece iş bulma umudu olmayan bir insan kitlesi ortaya çıkıyor. Nasıl ki çevre felaketinden önce insan doğayı,aldı, kullandı, posasını çıkartıp bir köşeye attı aynı şey bu insanlar içinde geçerliymiş. ( Belli bir dönem kullanılıp daha sonra bir köşeye fırlatılıp işsiz kalan kitleler.)

Büyüme- istihdam paketi açıklaması ile aşılamayan yeni bir kitle varmış. Eğitimli işsizler de genç iş gücünde %20. Üniversitelerin hiç de ihtiyaç olmayan alanlarda diploma dağıttığını söylemek gerekiyor.

Küreselleşme tam istihdam dönemindeki en önemli dengeleri dağıtmıştır. Çalışma hakkı, sosyal güvenlik hakkı, kollektif kazanılan haklardır. Şimdi duruma baktığımızda, bunların bireyselleşmeye gittiğini görüyoruz.

Birey iş bulursa ve primini ödeyebilirse, geleceğini ve emekliliğini güvence altına alabilir. Hala çalışmaktan kaynaklanan sosyal güvenlikler var. Yükümlülük eşiği çok aşağıda. Temel birtakım güvenlikler, üstü bireysel olarak yapılan harcamalarla karşılanabilecek olan bir şey. Geleceklerin ne olduğu hakkında bir belirsizlik var. 55 yaşındaki insan işini kaybetmişse 65 yaşına kadar bekleyecek ve çok da fakir olmadıkça sosyal yardım alamayacak.

Bu yazıyı yazalı nerede ise 1 ayı geçmiş ama sanırım tamamlayamayacağım, sıkıldım artık, bu durumda yayınlamalıyım. Yazıda aktardıklarım içinde katılmadığım noktalar da vardı ama kalsın...


Aynı burgaçlı serinlik, bu gece de perdeleri havalandırıyor. Bu yaz İstanbul; İstanbul kadar güzel...İzmir'in imbatı da konuk olmuş kentimize...


KAYNAK:
4 Haziran 2008' de İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası Ekonomi Politik Yüksek Lisans Programı’nın Santral İstanbul yerleşkesinde düzenlediği "Dünya Kapitalizmi Nereye Gidiyor" konulu panelden aldığım notlardan derlenmiştir.

http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=55681
kaynak
http://blog.milliyet.com.tr/Blogum.aspx?BlogNo=119712

Etiketler: , , , , , , , , , ,

3 Aralık 2009 Perşembe

8.Akdeniz Edebiyat Festivali


Hollanda’nın Rotterdam kentinde faaliyet gösteren Sahne Sanat Vakfı bu yıl düzenlediği 8.Akdeniz Edebiyat Festıvali ’ni Hollanda’nın dört kentinde gerçekleştirecektir. 9-12 Aralık 2009 tarihleri arasında gerçekleştirilecek festivalin bu yıl Türkiye’den konuğu şair Özdemir İnce.

Hollanda’nın Rotterdam kentinde 16 yıl önce bir grup Türk gönüllü tarafından kurulan Sahne Sanat Vakfı’nın (Kunst Stichting Sahne) kültür sanat etkinliklerinden birisi olan Akdeniz Edebiyat Festivali’nin bu yıl sekizincisi düzenlenmektedir. Bu yılki etkinlik Hollanda’nın Oss, Utrecht, Amsterdam ve Rotterdam kentlerinde gerçekleştirilecektir.

Bu yıl 8’incisi düzenlenecek olan Hollanda Akdeniz Edebiyat Festivali’ne ülkemizden şair Özdemir İnce katılacaktır.
9 Aralık 2009 Çarşamba günü Osst kentinde başlayacak olan festivalde Özdemir İnce, Hollandada yaşayan Türk, Hollandalı ve çeşitli uluslardan dinleyicilere Türkçe şiirler okuyacak. Kendi şiiri ve Türk şiiri üzerine sorulacak sorulara yanıtlar verecektir. 8.Akdeniz Edebiyat Festivali’ne Türkiye’den katılacak Özdemir İnce’den başka İspanya’dan Maria Rosal, Yunanistan’dan Alexandra Zoi, İtalya’dan Matteo Lafevre, Hollanda’da yaşayan Faslı şair Ahmed Essadki, Fransa’dan Henri Deluy ve ev sahibi Hollanda’dan Lilian Hoogendoorn, Ilse Starkenburg ve Jana Beranová katılacaktır.
Bu yıl 8’incisi düzenlenecek Akdeniz Edebiyat Festivali’ni diğer yıllarda olduğu gibi bu yıl da çok sayıda Hollandalı kurum, kuruluş, kütüphane ve vakıf desteklemiştir. Hollandalı kurumların dışında Faslı, Türk,Yunanlı, İspanyol ve İtalyan örgüt ve kurumları tarafından da desteklen festival Hollanda’da yaşayan yazar Murat Tuncel’in katkılarıyla gerçekleşmektedir.

Yazar Murat Tuncel festival hakkında görüşünü açıklarken, “Akdeniz mavisi dünyanın en canlı rengidir. Akdeniz şiiri de öyle. İstiyoruz ki çeşitli kültürden insanların yaşadığı Hollanda’nın zengin renklerine bir de şiirsel ve canlı Akdeniz rengi karışsın. Edebiyat, kültürlerarası elçiliğini devam ettirsin ve dillerin kardeşliği yaşatılsın. Umarız bu dileklerimizi az da olsa etkinliğimizle gerçekleştirebiliriz,” dedi.
Sahne Sanat Vakfı adına
Murat Tuncel, Rotterdam/Hollanda
Kaynak: Basın Bülteni

Etiketler: , , ,

30 Kasım 2009 Pazartesi

Türkiye'deki YOUTUBE yasağı AİHM 'de



İç hukuk yolları tüketildi.



You tube yasağı konusunda TC mahkemelerine yapılan iki başvurudan ilki gerekçeli , diğeri ise gerekçesiz olarak reddedildi.


INETD, youtube yasağı konusunda iç hukuk yolları tüketildiği için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurdu.


Başvuruyu 20 kasım 2009 tarihinde derneğin avukatlarından Nihad Karslı yaptı.


AİHM'sine başvurunun ana noktası, yasaklamanın sözleşmenin 10. maddesi


olan İfade Özgürlüğünü ihlal etmesidir.

Başvuru dilekçesini http://inetd.org.tr/yasaklar.php

adresinde bulabilirsiniz.

Bu konuyla ilgili linkler:

http://inet-tr.org.tr

http://inetd.org.tr

http://blog.akgul.web.tr



http://inet-tr.org.tr/inetconf14/ İnternet Konferansı Bİlgi Üniversitesi 12-13 Aralık 2009



Türkiye'de YOUTUBE YASAĞI ' NIN tarihçesi:



Youtube.com webi 05/05/2008 tarihinde sakıncalı bulunan 10 video nedeniyle 5651 nolu yasa yoluyla tedbir olarak kapatıldı.

Söz konusu videoların bazıları youtube tarafından tamamen kaldırıldı.

Bazıları ise sadece Türkiye’den erişime kapatıldı.

Bu süre zarfında herhangi bir yargılama yapılmadı; dava açılmadı, savunma alınmadı.

Tedbir kararı yenilenmesi gerektiği halde yenilenmedi.

Ana ilgi alanı internet olan İnternet Teknolojileri Derneği – INETD, bu yasaklamadan zarar gören üyeler ve misyonu gereği tüm ülke ve bizzat kendisi adına, bu yasaklamanın hukuka ve kamu yararına aykırı olduğunu düşündüğü için İnternet'in doğum gününde yazılan bir dilekçeyle yasaklama kararını veren mahkemeye itiraz edildi.

Mahkeme, itirazın kararın ilk haftasında yapılması gerektiği gerekçesiyle itirazı reddetti.

Bir üst Mahkeme , gerekçelerimizle yaptığımız itirazı hiçbir gerekçe ve görüş belirtilmeden reddetti. .

Ülkemizde itiraz edebileceğimiz başka makam kalmadığı için AİHM’ne başvurmak zorunda kaldık.

İNETD başkanı Pr Dr Mustafa Akgül'ün açıklamalarını özetledik. Aşağıda ise Youtube kullanımı konusundaki görüşleri yer alıyor.

YOUTUBE YASAĞI konusunda İNETD Başkanı Mustafa Akgül 'ün açıklamalarının devamı :





AİHM 'sine başvurumuzun ana noktası, yasaklamanın sözleşmenin 10. maddesi olan İfade Özgürlüğünü ihlal etmesidir. Yasaklanmak istenilen videolara nesne temelli filtreleme uygulama mümkün iken bu uygulanmayarak, tüm yurttaşlarımızın bu uluslararası paylaşım ortamından yararlanmaları, bu ortamda kendilerini ifade etme özgürlüklerine orantısız bir şekilde kısıtlanmaktadır. Yasaklama Sözleşmenin 6. maddesine aykırı olarak sakıncalı videolarla hiçbir bağlantısı olmayan kişilere kısıtlama getirilmekte, hiçbir yargılama yapılmadan bir tedbir kararı kesin bir karar gibi uygulanmakta; bundan zarar gören kişilerin hakkını arama hakkına sınırlama getirmektedir. Verilen tedbir kararı kısa bir süre için geçerli olması gerekirken, tedbir kararı yinelenmeden Mayıs 2008 'den beri uygulanmaktadır. Tedbir kararı öncesinde de ne bir savunma alma çabası olmuş, ne de bilir kişiye başvurulmuştur. Bir başka deyişle, bu yasaklama kararı uygulanmasının bir Hukuk Faciası olduğu kanısındayız.

Herhangi bir yargılama yapılmamasına rağmen, bazı kişilerin youtube.com'a yüklendiği birkaç video nedeniyle milyonlarca masum Türkiye vatandaşı cezalandırılmakta ve yasaklamaya itirazı gözönüne alınmamaktadır. Türkiye'de yaşayan birey ve kurumlara; ve Türkiye' de yaşayan kurumlara ulaşmak isteyen dünya üzerindeki herhangi bir aktörün sosyal ağ oluşturma, iletişim kurma özgürlügüne kısıtlama getirilmektedir.



Yasaklama 1 nolu Protokol'un 2. maddesindeki Eğitim Hakkına sınırlama getirmektedir. Youtube üniversitelerin, uluslararası kuruluşların ders ve benzeri malzemeleri koydukları ana dağıtım kanalı olmuştur. İnternet yaşamın tüm boyutlarını kapsadığı için, internete getirilen bir kısıtlama en başta iletişim özğürlüğüne getirilen bir kısıtlamadır. Bunun doğal sonucu, yukarıda belirtilen ifade, adil yargılama ve öğrenme özgürlüğü dışında, kendini geliştirme, iş yapma, eğlenme gibi özgürlüklere kısıtlama getirilmektedir. *İnternet bugün bir toplanma ve örgütlenme ortamıdır.* Siyasi partiler, Sivil Toplum Kuruluşları interneti kendi aralarında haberleşmenin ötesinde, politik faaliyet ortamı, kamuoyundan geri besleme ortamı, kendileri ifade etme tanıtma ortamı olarak kullanmaktalar. Obama'nın ve daha önce Howard Dean'ın interneti politik örgütlemede kullanmaları, bu konuda teorilerin geliştirilmesine, kitapların yazılmasına neden olmuştur. Youtube.com, facebook ve twitter gibi sosyal ağlar bu çabada öne çıkmışlardır. Youtube'un kapalı kalması Sivil Toplum ve Siyasal aktörlerin örgütlenme özğürlüğüne sınırlama getirmektir.



Yasaklar Konusunda Ne Yapılmalı ?

İNETD başkanı Mustafa Akgül aşağıdaki açıklamaları yaptı:


1 . Youtube yasağını şu anda kaldırmanın en kolay yolu, Türkiye'nin Uluslarası hukuka uyması, ve mahkememelerimizin yetkisinin Türkiye sınırları içinde olduğu ve dolayısyla, İnternetin Türkiyeden görünün yüzü ile ilgili kararlar vermesidir. Yasağa neden olan videolar ya tammen kaldırılmış, yada Türkiye'den erişimi youtube tarafından sağlanmıştır. Türkiye'nin yasa ve yönetmeliklerde bir tanım değişikliği ile bu sorunu çözebilir.


Görev Siyaset Kurumlarında ve Hükümettedir



2.


Youtube gibi milyonlarca kişinin kullandığı, milyonlarca nesnenin bulunduğu weblerin en başta tümden kapatmak yerine, sakıncalı bulunan nesnelere erişimi engellemek mümkündür. BTK bunu yapacak idari, mali ve teknik beceriye sahiptir. Kamuoyunun yeterli baskı yapmaması nedeniyle gündeme alınmamaktadır.



3.



Sakıncalı içerikle devletin değil, yurttaşın uğraşması demokrasilerde esastır. 5651 nolu yasanın ana motivasyonu gençleri sakıncalı içerikten korumaktır. Bunun etkin yolu vatandaşı bilgilendirmek, ve sakıncalı içeriği filtrelemeyi vatandaşa bırkmaktadır. Servis sağlayıcılar bu hizmeti şu anda vermekteler. Bunu teşvik etmek, ücretsiz yazılım dağıtmak, insanları bilgilendirmek en doğru yoldur.



4.



Sakıncalı içerikle, devletin yavaş ve esnek olmayan yapısıyla uğraşmak yerine sivil toplum kuruluşları yoluyla öz-denetim, ortak-denetimle mücadele etmek daha etkin ve demokratik olacaktır.



5.



Bu işler icin 1-2 tane uzman mahkeme kurmak, Sivil toplum ve üniversitelerle iş birliği yapmak en sağlıklı yoldur. Bu sorunlar, çözümü kolay olmayan, tüm dünyanın çözüm aradığı sorunlardır. Bunun altında da İnternetin tüm dengeleri bozan Devrimsel bir gelişme olması yatmaktadır.

Kısaltmalar


İNETD İnternet Teknolojileri Derneği


BTK Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (Ulaştırma bakanlığına bağlı)


AİHM Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi

İnternet Konusunda ve yasaklarla ilgili diğer yazılarımız:



http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=189193

http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=188407

http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=178109

http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=178109

http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=182300

http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=177190
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=148203

http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=146309


http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=140864


http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=140847


http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=132950


http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=140072

Etiketler: , , ,

25 Kasım 2009 Çarşamba

Sinemamızın iki büyük divası Sezer Sezin ve Muhterem Nur 'a onur ödülü


Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin 28 Kasım - 4 Aralık 2008 tarihleri arasında üçüncüsünü gerçekleştireceği Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali’nde, sinemamızın iki büyük divası Muhterem Nur ve Sezer Sezin, Sinema Onur Ödülleri’nin bu yılki sahipleri oluyor.




Her yıl Türk sinemasına emeği geçen sanatçılara verilen Onur Ödülleri’nin bu yıl, Semir Aslanyürek, İzzet Günay, Sevin Okyay, Necip Sarıcı, Ali Sönmez ve Fırat Yücel’den oluşan Festival Danışma Kurulu’nun oy birliği ile Türk sinemasının gelişimine katkılarından dolayı Muhterem Nur ve Sezer Sezin’e verilmesi kararlaştırılmıştır.



Sanatçılar, Türk Sinema Tarihi’nde ‘Sinemacılar Dönemi’ olarak bilinen 1949-1959 yılları arasında oynadıkları filmlerde, teatrale kaçmayan doğal oyunculukları; oynadıkları karakterlere kattıkları güçlü etki ile sinemamızın ilk kadın starları olmalarının yanı sıra, ithal filmlerin sinema salonlarına seyirci çektiği bir dönemde, Türk seyircisinin yerli filmlere olan ilgisini arttırmasına yönelik sağladıkları katkı ile bu ödüle değer görülmüşlerdir.



Muhterem Nur ve Sezer Sezin’e ödülleri, 28 Kasım 2008’de Bursa Merinos Kültür Merkezi’nde yapılacak olan festivalin Açılış Gecesi’nde verilecektir.



Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali’nde iki yıldır verilen Onur Ödülü’nün sahibi geçtiğimiz yıl Fatma Girik olmuştu. Girik ödülünü, ilk festivalde Umut Ödülü’nün sahibi olan genç yönetmen Çağan Irmak’ın elinden almıştı.



SEZER SEZİN



25 Ekim 1929’da İstanbul Eyüp’te doğdu. Asıl adı Mesrure Sezer’dir. İlk ve orta öğrenimini Eyüp’te tamamladı. Tiyatroya olan ilgisi nedeniyle bale dersleri almaya başladı. 11 yaşında Eminönü Halkevi Tiyatro kolunun sahnelediği “Kral Oidipus” adlı oyunda kralın kızı rolüyle ilk kez sahneye çıktı. 1945’te o günler için Balkanların en büyük revüsü adıyla anılacak olan Atilla Revüsü bale grubuna katıldı. Bir yıl sonra Vedat Örfi Bengü ile birleşerek Sezer Tiyatrosu’nu kurdu. Tiyatro bir yıl süreyle turneler yaptı, fakat dağıldı.



Sezer Sezin sinemaya 1944’de “Hürriyet Apartmanı” ve 1945’de “Köroğlu” ve “Yayla Kartalı” filmlerinde küçük roller alarak başladı. Asıl çıkışını 1946’da kuruluşunda da yer aldığı ‘Erman Kardeşler’ şirketi adına çekilen “Damga” filmiyle sağladı. Sanatçı Lütfi Ö. Akad yönetiminde başrol oynadığı “Vurun Kahpeye” adlı film ile büyük başarı kazandı.



“Arzu ile Kamber” ve “Tahir İle Zühre” adlı filmler için 6 ay Bağdat’ta çalışmalar yaptı. Bu filmlerde birlikte rol aldığı Kenan Artun ile 1952 yılında evlendi. Lütfi Ö. Akad, Atıf Yılmaz, Semih Evin, Memduh Ün, vs. gibi yönetmenleri sinemaya kazandırdı. 1955’de Film Dostları Derneği tarafından “yılın en başarılı kadın oyuncusu” ödülünü kazandı.



1956’da Kenan Artun ve İlham Filmer ile ortaklaşa ‘Türk Eksport Film’ adıyla bir şirket kurarak yapımcılığa başladı. Yapımcı olarak üç film üretti. Bunlar arasında yer alan “Kıbrısın Belalısı Kızıl Eoka” adlı filmle Türk sinemasında Kıbrıs sorununa ilk kez değindi. Fakat film Kıbrıs konusunda Türk-Yunan ilişkilerinde oluşan iyileşme nedeniyle seyirciye fazla ulaştırılamadı.



1959’da Metin Erksan’ın, daha sonraları aynı adla anılmasına sebep olacak filmi “Şoför Nebahat” ile büyük başarı kazandı. 1961’de İstanbul’da çekilen “Tenten İstanbul’da” ve “Ölümsüz Kadın - L’immortelle” adlı iki Fransız filminde rol aldı. 1965’de İzmir Fuar Filmleri Festivali’nde “en iyi kadın oyuncu” ödülünü alan Sezer Sezin, 1967 yılından henüz çok genç bir yaştayken sinemadan uzaklaştı.



Türk sinemasında her zaman güçlü kadın rolleriyle kendisini kabul ettiren sanatçı bu tarihten sonra 1965’de evlendiği ikinci eşi Üner İlsever ile birlikte Kadıköy İl Tiyatrosu adı altında bir grup kurarak temsiller vermeye başladı. Başarılı oyunları arasında “Ya Beni Öpersin”, “Nazırın Karısı”, “Yanlış Adres” vs... gibi oyunlar sayılabilir.



1970’lerin ortasına kadar devam eden tiyatro çalışmalarının ardından sanatçı bir süre deri ticareti işine girdi.

Sezer Sezin, 1984’de 21. Antalya Altın Portakal Film Festivalinde onur ödülü ve 1993’de 12. İstanbul Film Festivali jüri onur ödülünü almıştır. Sanatçı sinemayı bırakışından 40 yıl sonra sessizliğini bozarak Safa Önal’ın “Hicran Sokağı” adlı filminde konuk oyuncu olarak yeniden kameralar karşısına geçti.



Filmografi

1944 Hürriyet Apartmanı

1945 Köroğlu

Yayla Kartalı

1948 Damga

1949 Vurun Kahpeye

1950 Allah Kerim

Lüküs Hayat

1952 Arzu İle Kamber

Tahir İle Zühre

1954 Kaçak

1955 Dağları Bekleyen Kız

1956 Kalbimin Şarkısı

Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi

1958 Altın Kafes

Meçhul Kahramanlar

Meyhanecinin Kızı

1959 Ana Kucağı

Kıbrısın Belalısı Kızıl Eoka

Şoför Nebahat

Vatan Uğrunda

1960 Dişi Kurt

Rüzgâr Zehra

1962 Üç Tekerlekli Bisiklet

1964 Cehennem Arkadaşları

Şahane Züğürtler

Şoför Nebahat ve Kızı

1965 Kanlı Meydan

Şoför Nebahat Bizde Kabahat

1966 Asker Anası

Sırat Köprüsü

1967 Turist Zehra

2007 Hicran Sokağı



MUHTEREM NUR



1932’de Yugoslavya’nın Manastır (Makedonya - Bitola) şehrinde doğdu. Anne ve babasını hiç tanımadı. Yugoslav hükümetinin aşırı baskıları altında kalan Manastır Türkleri arasında başlayan göçle birlikte oda çok küçük yaşlarında ailesinin geri kalanıyla Türkiye’ye göç etti. Diğer göçmenlerle birlikte önce Tekirdağ’a yerleştirildiler. Fakat tüm servetini orada bırakan ailesi yaşadığı zor şartlara daha fazla dayanamayıp İstanbul Eyüp’e gelir.



Asıl adı Aysel Muhterem Kısa olan sanatçı ilköğrenimini Eyüp 36. İlkokulunda yaptı. Uzun yıllar fabrika işçisi olarak çalıştı. Sinemaya o günlerde tesadüfen tanıştığı ünlü ses sanatçısı ve aynı zamanda dönemin en büyük film yapımcısı Halk Film’in de ortağı olan Suzan Yakar Rutkay’ın desteğiyle 1950’de “Yıldızlar Revüsü” adlı filmde figüran oyuncu olarak çalışmaya başladı.



Figüran oyunculuğuna daha sonraları “Kanun Namına”, “Aşk Besteleri”, vs. gibi filmlerde devam etti. Aynı yıl Halk Film Şirketi desteğinde “Kore’de Türk Kahramanları” ve “Boş Beşik” adlı filmlerle başrole yükseldi.



Muhterem Nur “Günahkâr Baba”, “Piç / Kahpe Dünya”, “Yetimlerin Ahı”, “Yetim Yavrular”, “Köy Canavarı”, “Ceylan Emine”, “Gelin Ayşem”, “Yavrularımın Katili”, “Yetim Ömer”, “Zeynebin Aşkı”, vs. gibi pek çok filmle Türk sinemasını Anadolu seyircisine sevdiren isim oldu. Münir Hayri Egeli, Memduh Ün, Dr. Arşavir Alyanak, Muharrem Gürses ve Sırrı Gültekin gibi yönetmenlerle çalıştı.



Türk sinemasının ünü ülke sathına yayılmış ilk ve gerçek starı olan Muhterem Nur, filmlerinde kent soylu kadın tipinin dışına çıkarak daha çok ezilen ve yok sayılan kadın tiplemesiyle tanındı. Yeşilçam’ın en çok ağlayan, en çok ağlatan, mendil parçalatan kadını olarak tanınan Muhterem Nur, 1950’li ve 1960’lı yıllarda her ne kadar kayıt altına alınmamış olsalar dahi hâsılat rekorları kıran filmleriyle Türk sinemasının seyirci profiline en çok katkıda bulunan en önemli kadın oyuncularından biridir.



Muhterem Nur’un özel yaşamı da sanki filmlerdeki gibi kırıklıklarla, kırgınlıklarla ve yalnızlıklarla doluydu. Sanatçı o günlerin bonoyla çalışan film şirketlerinin çalışma ve ödeme şartlarından bıkmıştı. 1965 yılından itibaren sinema çalışmalarını azaltarak dansöz olarak sahneye çıkmaya başladı.



1967’de ise şarkıcılık yapmaya başladı. Muhterem Nur, 1972 yılında 4. Adana Altın Koza Film Şenliği’nde “Kara Gün” filmindeki rolüyle “en iyi yardımcı kadın oyuncu” ödülünü kazandı. 1970’li yıllarda daha çok küçük gazinolarda ve turne ekiplerinde şarkıcı olarak çalışan Muhterem Nur, 1981 yılında, ileriki yıllarda arabesk müziğin “baba” lakaplı sesi olacak olan Müslüm Gürses ile tanışarak hayatına yeni bir yön çizdi. İki sanatçı 1985 yılında evlendi. Sanatçı halen anılarla dolu mutlu bir yaşam sürmektedir.



Filmografi

1951 Beni Mahvettiler

Kore’de Türk Kahramanları

Yıldızlar Revüsü

1952 Aşk Besteleri

Boş Beşik

İstanbul Havası

Kanun Namına

Sabahsız Geceler

Söz Müdafaanın

1953 Bu Nasıl Aşk

Cinci Hoca

Kara Davut

Sarı Zeybek

1954 Canlı Karagöz ve Mihriban Sultan

Nasrettin Hoca

Son Şarkı

1955 Günahkâr Baba

Hayatımı Mahveden Kadın

Izdırap Şarkısı

Kara Sevda

Karacaoğlan

Kaybolan Gençlik

Yetim Yavrular

1956 Bırakın Yaşayalım

Köy Canavarı

Piç / Kahpe Dünya

Sazlı Damın Kahpesi

Yetimlerin Ahı

Zeynebin İntikamı

1957 Annemin Gözyaşları

Ceylan Emine

Gelin Ayşem

Ham Meyva

Yavrularımın Katili

Yetim Ömer

Zeynebin Aşkı

1958 Acı Sevda

Aşık Garip

Ayşe’nin Çilesi

Çoban Kızı

Funda

Sevda Çeşmesi

Üç Arkadaş

1959 Aşk Rüyası

Aşkın Acıları

Aşkın Gözyaşları

Ayşecik

Ben Bir Günahsızım

Ben Kahpe Değilim

Kaderim Böyleymiş

Son Yolcu

Üç Kızın Hikâyesi

Yeşil Kurbağalar

1960 Ateşten Damla

Ayşem Kınalı Gelin

Can Mustafa

Mahallenin Sevgilisi

Meryem

Şeytan Kız

Talihsiz Kız

Yak Bir Sigara

1961 Bitmeyen Mücadele

Biz İnsan Değil Miyiz

Çılgın Aşk

Derbeder

Gönlüm Yaralı

İki Yetime

İnleyen Dağlar

Kadın Asla Unutmaz

Kül Kedisi

Ölüm Film Çekiyor

Sabırtaşı

Seni Benden Alamazlar

Unutamadığım Kadın

Yaman Gazeteci

Yavru Kuş

Yedi Günlük Aşk

1962 Ağlama Sevgilim

Aşk Bekliyor

Belki Bir Sabah Geleceksin

Beş Kardeştiler

Çifte Kumrular

Çiğdem

Derdimden Anlayan Yok

Genç Osman

Gurbet Yolcuları

Kader Yollarımızı Ayırıyor

Kaldırımlar Üstünde

Kayıp Kızı Ayla

Kelle Koltukta

Köyün Güzeli

Mağrur Kadın

Meteliksiz Âşıklar

1963 Ali Derler Adıma

Ayşecik Fakir Prenses

Beni Osman Öldürdü

Bir Öpücük Ver Bana

Can Pazarı

Çapraz Delikanlı

Kezban

Kızlar Büyüdü

Nişan Yüzüğü

Ölüme Çeyrek Var

Yaralı Ceylan

1964 Altın Kelepçe

Anne Çok Gördü Felek

Baba Hasreti

Erkekler Ağlamaz

Fabrikanın Gülü

Günah Bende mi?

Güzel Kadınlar Çetesi

Hayat Kavgası

Izdırap Çocukları

Koçero

Manyaklar Köşkü

Nem Alacak Felek Benim

Paylaşılamayan Sevgili

Son Karar

Yüz Karası

1965 Dağ Çiçeği

Ekmek Kavgası

Hz. Eyyubun Sabrı

Horoz Nuri Çapkınlar Kralı

Şeker Hafiye

Veysel Garani

Yaralı Kartal

1966 Yiğit Yaralı Olur

Zalimler

1967 Ali’yi Gördüm Ali’yi

Ecelin Geldi Yavrum

Erkek Adam Sözünde Durur

Garipler Sokağı

Kanunsuz Toprak

Koca Dağlı

Nemli Dudaklar

Sevda

1968 Eşkıya Kanı

Kabadayı

Karagözlüm Efkârlanma

Urfa-İstanbul

1969 Ana Mezarı

Bana Derler Fosforlu

Reyhan

İki Günahsız Kız

Kanlı Gelinlik

Şen Ola Düğün Şen Ola

1970 Babaların Günahı

Öksüz Gülnaz

Sevenler Ölmez

Yanık Kezban

1971 Kara Gün

1972 Gecekondu Rüzgârı

Şehvet Kurbanı

1973 Kaderim

1974 Ayyaş

Bacım

Eski Kurtlar

1980 Zeytin Gözlüm

1982 Son Akın

1984 Sev Yeter

1985 İkizler

1986 Küskünüm



Basın Bülteni



afiş kaynak:



http://www.xvidheaven.com/anilardan-silinmeyenler/2096-vurun-kahpeye-1949-sezer-sezin-temel-karamahmut-settar-kormukcu.html





www.sinematurk.com/film_genel/4720/Kocero

Etiketler: , , ,

18 Kasım 2009 Çarşamba

Uzak Bir Rüya


Şimdi kaç yaşında olacaktı öldürülmeseydi o güzel adam ?


Katilleri yakalandı mı, yargılandı mı, adalet yerini buldu mu? Yerini bulan adalet var mı, öldürüleni geri getirebilen adalet?



"Onun için yaptığım bestenin adı Uzak Bir Rüya..." diyor kızı Mehveş Emeç Birol *





Reverie -Uzak Bir Rüya**



Bir sabah uyansam

Yanımda seni bulsam

Saçımı okşayan

Ellerine sarılsam

Dur deyip zamana

Kalabilsem öylece

Sımsıkı sarılsam

Bir daha gitme diye

Sensiz geçen günler

Bitmek bilmiyor

Yıllar geçse bile

Acım dinmiyor

Söz ver bana söz ver ne olur

Ayrılmak yok artık de

Bir gün yine karşılaşırsak

Ayrılmak yok artık de



Çetin Emeç'in ölümünün 15. yılı için Doğan Kitap'ın Mart 2005 de yayımladığı Genel Yayın Yönetmeni Çetin Emeç (1935-1990) adlı kitapdan aktardım yukardaki dizeleri ve şu anda kitapçıkla birlikte verilen Uzak Bir Rüya Cd'sini dinliyorum. Piyano da Mehveş Emeç ve şarkıyı da Yavuz Bingöl seslendirmiş.



"Onun aramızdan alan hain tetikçinin hala belli olmadığı bir zamanda arkadaşımız Çetin Emeç'inölümünün 15. yıldönümü anısına yayımlanan bu kitap, arkadaşımızı kuşaktan kuşağa yaşatacak, anlatacak bir belge. Keşke böyle bir yazı onun ölümü üzerine değil, mesleği üzerine kaleme aldığım mutlu bir yazı olsaydı." diyor Dilerim "Son Acı Yazı Olsun" başlıklı yazısında Aydın Doğan.



Yıllar ne çabuk akıp geçmiş. Çetin Emeç gideli daha doğrusu hain kurşunlarla aramızdan ayrılışının üzerinden tam 18 yıl geçmiş. Anı kitabının üzerinden bile 3 yıl geçmiş. Ne kadar hızlı akıyor zaman. Dileklerimiz tutmadı ne yazık ki. Ondan sonra da pek çok değerli gazeteci yaşamını kaybetti kanlı katiller eliyle.



"Çetin Emeç'in gazete yazılarından bir demet oluştururken onun sesini en iyi yansıtacak örnekleri bulmaya çalıştım" diyor Haluk Şahin.



CD'yi kaçıncı dinleyişim. Ölümü kabullenmek zordur hele bir cinayeti kabullenmek daha da zor olanı.Hele çocukların kabullenmesi daha da zor. Burada hukukun ne kadar önemli olduğu bir kez daha çarpıyor yüzümüze...



Çetin Emeç'ten seçilmiş makaleleri okuyorum tek tek. Teröre karşı direniş, din istismarcılarına karşı meydan okuma, temiz toplum ve erdemli siyaset özlemi olarak belirtmiş Haluk Şahin Emeç'in ömür boyu yürekten savunduğu fikirleri.



Çetin Emeç 1935 yılında İstanbul'da doğmuş. Galatasaray Lisesi, ardından İ.Ü.Hukuk Fakültesi. Gazeteciliğe çekirdekten başlıyor, babası Ragıp Emeç'in Son Posta Gazetesinde. Babası son derce prensipleri olan bir kişi ve Emeç'e de oğlu gibi değil bir çalışanı gibi davranıyor. 1972 yılına kadar hayat ve ses dergilerinde yazı işleri müdürlüğü yapıyor. 1972 de Hürgün yayınlarının genel yönetmenliği ve Hürriyet gazetesinin genel yayın müdürlüğü ardından Milliyet gazetesi genel yönetmeni, 1986 da koordinatör olarak Hürriyet'e geçiş. Öldürüldüğü tarihte 7 Mart 1990 da Hürriyet gazetesi yönetim kurulu üyesi, yazarı ve otuzsekiz yıllık gazeteci.



Fotoğraflarına bakıyorum. Güler yüzlü ve yakışıklı bir genç adam. Öldürüldüğünde kırkında bile değilmiş gibi görünüyor. Mutlu bir ailesi, saygılı çocukları güzel bir eşi var. Güzel ortamlarda yaşamış. Sanki hiç yaşlanmadan gönüllerde genç resmini bırakıp gidenlerden.



Çok ilginç gözlemlerini yansıtmış köşe yazılarında. Zamanında okumuş olsam bile, yıllar sonra seçme makalelerinde dikkatimi çeken bu oldu. Körü körüne bir partiye ya da düşünceye bağlılık yok. Mantık sınırını aşan olaylar karşısında hep akılcı bir tavır koyuyor. Örneğin "beşikten mezara kadar politikacı olarak tanıdığı babasını 1950 yılında politikaya atılmış görünce ruh depremi geçirdiğini" söylüyor.



" Daha sonra burunlarından kıl aldırtmayacak olan bir Bayar ile bir Menderes'in gidip gelip mütevazi son posta matbaasının kapısını aşındırdıklarını nereden bileyim?" diye anlatıyor.Politikacının komitacı olanından korkmak gerektiğini anlatması da ilginç.



"1950 'de son posta'ya bazı bazı iskemle atıp çöreklenen Bayar,1960'da lutf etmiş, bir omuzdaşın desteğini almadanadım atamayan babama İstanbul'un şale Köşkünde randevu vermişti. Ben de gitmiştim babamın koltuk değneği olarak. Komitacının politikacı olanından korkmak gerektiğini de o gün öğrenecektim. Babamı çaresizliğin süsrüklediği istifa kararından caydırmayı nasıl da başarmıştı! Hem de kuyu dibinden geliyormuşçasına boğuk, insancıl bir ısının sıfır derecesini bile taşımayan ürkütücü sesiyle.." Daha sonra bu ricanın Yassıada ve Kayseri'ye çıkarılmış bir davetiye olduğunu anlar Emeç.



"Cuma" başlıklı ve ölümünden yaklaşık birbuçuk ay önce yazdığı 19 Ocak 1990 tarihli makalesi ise adım başında nerdeyse iki cami yükselen İstanbul'da, her Cuma bir kara azgınlığın sahne aldığını yazıyor. Ayasofya aşını pişirip pişirip önümüze konduğundan bahisle.



Bundan 18 yıl önce türban dayatmaları bu kadar yüzeye çıkmamıştı. Camiler boş dururken metrolarda, sokalarda alışveriş merkezlerinde yapılan gösterileri görseydi neler yazardı Emeç acaba? Ama o önceden görebilenlerdenmiş.



Aynı makalede soruyor. "Laiklik nereye? " diye.



"Kadını orasından burasından örtünmeye zorlamakla, gelişmesini de durduracaklar...Hepsi bu hesaptalar..."

Bugün barbar bağırdığımız ve kadının örtünmesini isteyen, kadından çok erkeklerdir savını 18 yıl önce dile getirmesi az şey mi?



" Sıra türban, çarşaf sömürüsüne gelince karşı cinsi, başının örtüsünden tırnak ucuna kadar savunuyorlar."



Makalenin son cümlesi ise bugün çok daha anlamlı geldi bana. Bilmem ki sizler ne diyeceksiniz?



" Tanrı, laik Türkiye Cumhuriyet'ine hep böyle kara düşmanlar nasip ediyor ya, şükredelim...Maazallah! Aksi de olabilirdi. "

Aksi oldu mu acaba, ne dersiniz?





"Yıldızın Ölümü" başlıklı makalesi de çok ilgiç.



"Yıldızlar ölmez ama geçtiğimiz hafta içinde , bağrından taşan ateşi giderek kararmaya yüz tutmuş bir yıldız sönüverdi " cümlesiyle başlamış Le Monde'nın kurucusu Hubert Beuve Mery den bahsederken. Müstear adı Sirius olan bu gaztecinin dillerde dolaşan önemli cümlelerini de alıntılamış.



Mutlaka gerçeği söylemeli, bir bedeli olsa da.



Kitapla ilgili bir hatırlatma yapıp aramızdan ayrılışının 18. yılında Çetin Emeç'i anmak istedik.Işıklar içinde yatsın.



Biz de beğendik bu söylemi Sirius'un sözcüklerini. Bir ekleme yapalım. Heryerde, herzaman...



Mutlaka gerçeği söylemeli, bir bedeli olsa da. Heryerde herzaman...





* Genel Yayın Yönetmeni Çetin Emeç ( 1935 - 1990 )



Mehveş Emeç - Yavuz Bingöl "Reverie - Uzçak Bir Rüya " Cd'si için

Doğan Kitapçılık / İnceleme Araştırma Dizisi





**Söz-Müzik: Mehveş Emeç



Solist: Yavuz Bingöl

Piyano: Mehveş Emeç

Computer Programming: Orhan Şallıel

CRR Senfoni Orkestrası ve Korosu

Kayıt: MlAM, 18 mart 2005 (solist ve piyano)

Mix: Reuben de Lautour

Mastering: Pieter Snapper

DMC (Doğan Music Company)

Kaynak:
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=97078

Etiketler: , , , , , , , ,

Meraklı Zihinler muhteşem bir kitap, neden mi?



"Doğu Afrika'da geçen çocukluğumun beni genel olarak doğal tarihe, özel olarak da insan evrimine yönelttiğini keşke söyleyebilsem. Ama öyle olmadı ben bilime sonradan girdim. Kitaplar aracılığıyla."




Yukardaki paragrafı , Popüler Bilim Kitaplığından yayınlanan, editörlüğünü John Brockman ' ın yaptığı Meraklı Zihinler adlı TÜBİTAK popüler bilim kitabından alıntıladım. Kitap Ülker İnce tarafından çevrilmiş dilimize.



Alıntıladığım denemenin yazarı ise son günlerde Türkiye'den İnternet sitesine girmeye çalışıldığında " Mahkeme kararı ile erişim engellenmiştir" yazısı ile karşılaşılan bilim adamı Richard Dawkins.



Dawkins'in sitesinin yasaklanmasını "Kırmızı kırmızı harfler var artık" başlıklı bloğumuzla duyurmuştuk.



http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=132950



Şimdi de kitabın editörü John Brockman' a kulak verelim:



"2002'de Noel günü, Santa Fe'de öğleden sonranın büyük bölümünü Murray Gell-Mann -Nobel ödüllü fizik profesörü- ile birlikte geçirdik, uzun uzun, dereden tepeden konuştuk, onun çocukluğundan söz ettik. Bu kitabı ilk o zaman düşünmeye başladım."



Bir kitap projesine esin veren kaynağın çocukluk anılarından çıkması güzel bir olay.



Kitabın tam konusu ise bir akşam yemeği sohbetinde belirleniyor. Evrim biyolojisi, yapay zeka, bilişsel bilim, nöroloji bilimi , müzik algısı gibi konuların konuşulduğu ve Brockman'ın "bundan daha iyi bir sofra sohbeti olamaz "diye düşündüğü bir akşam sohbeti.



Konuşmacılar bilim adamları ve içlerinden birisi, Dan Dennet'e dönüp:



"Bu konuları ne zaman düşünmeye başladığını hatırlayabiliyor musun?" diye soruyor.



"Kaç yaşındaydın? Düşüncelere tutku duymaya ne zaman başladın?"



Dan yanıtında 6 yaşındayken bir yetişkinin kendisine söylediği şeyi aktarıyor.



O yetişkin Dan'a: " Bu kadar ilginç sorular sorduğuna göre, sen bir filozof ol." demiş.



Oradaki diğer bilim adamları da hatırlayabildiklerini anlatıyorlar.



Söyler misiniz acaba altı yaşındayken kaçımız, bu tür güzel yanıtlarla özgüven kazandık? Ailelerimiz ne kadar sevse de çocuklarını, çok fazla soru sorulmasından pek hoşlanmazlar. Bir de cız bız aman da dokunma kırarsınlar bozarsınlar... Hele günümüzde, kaygan zeminli küresel ekonomi koşullarında, evinde bile işini düşünen insanımız, tek çareyi televizyon karşısında yığılıp, sözümona kafa dinlemede bulur.



Zaten işten eve yorgun argın dönmüşlerdir ve bütün gün iş yerinde kafa patlatmış ya da laf anlatmaya çalışmışlardır. Onlara göre öğrenme yeri okuldur. Oysa çocuklar henüz okula başlamadan çok önce, geleceklerini belirleyen alışkanlıkları kazanıp kırılma noktaları yaşayabilirler.



"...Çocuk olarak hepsinde ortak olan şey, MERAK, ARAŞTIRICILIK ve ister çok özel , ister çok genel anlamda DERİN BİR ÖĞRENME TUTKUSU idi." diye anlatıyor kitabın editörü Brockmann.



"Kitapta 27 deneme yer alıyor. Bunlardan bazıları dünyanın önde gelen üçüncü-kültür bilim adamları. Yani bir zamanlar fen ile sosyal bilimler arasında var olan o büyük uçurumu yazılarında kapatan, halkın tanıdığı entelektüeller tarafından yazılmış denemeler."



Burada aktarmaya son verip nerede durduğumuza bakalım biraz daha.



Dünyanın ilgi ile okuduğu ve tartıştığı web siteleri tehlikeli görülüp kapatılabiliyor, kitaplar tehlikeli görülüp yasaklanabiliyor, yazarlar sakıncalı görünüp tutuklanıyor. Olağandır her ülkede oluyor demeyin.



Ya küçücük çocuklar dağ başındaki denetimsiz binalarda ve ne olduğu ne aşılandığı bile tam olarak bilinmeyen izinsiz kursların kamplarında papağana çevrilerek mi öğrenecekler bilimsel düşünceyi?



Bilimsel düşünceyi bırakın düşünmeyi sadece düşünmeyi öğrenebilecekler mi? Eğitimsiz kişilerden yanıt alabilecekler mi? Aldıkları yanıt öğrenme tutkularını coşturacak mı yoksa dogmalarla mı bastıracak ?



Bilimsel düşünce, öncelikle tutku ile öğrenme isteği ile başlar. Çocuğun bu tutkulu sorularının yanıtını alması gerekir. Çocuğun o tutkusunun, denetimsiz cahil ellerde, gerçekten dinlerin değil uygarlık düşmanlığının öğretildiği kurslarda, nasıl bastırıldığı ve sırası ile korku ve saldırganlığa dönüştürüldüğünü de görelim artık.



Sanırım bunu görmenin en iyi yolu da başka yaşamlarda bilimin, sorgulamanın nasıl doğup, nasıl filizlendiğini görmekten, öğrenmekten kaynaklanıyor. Çünkü bizleri yaşamboyu eğitmesi ve çıtayı yükseltmesi gereken diğer kaynaklar örneğin televizyon yayınları sadece reyting amaçlı ve tüketim ekonomisine özendiren- ne yazık ki kitap tüketimi yok- programların çoğunlukta olduğu bir cangıla dönüşmüş durumda.



Bir de ille bilim insanı olsunlar demiyorum ama çocukluktaki merakın ve tutkulu öğrenme isteğinin karşılanması mutlu bireyler yetişmesine de neden olacaktır. Karar verme ve düşünme yetisi gelişmiş bir genç , kendi ayakları üzerinde daha rahat durur.



Bu kitap, Meraklı Zihinler, okurken verdiği hoş duyguların yanı sıra, eğitimcilerin ve yetişkinlerin çocuklara olan davranışlarını da değiştirip düzenleme konusunda uyarıcı olabilir. Genç okurlara da iyi bir rehber olacağına inanıyorum.



Hepinize iyi okumalar...



How a Child Becomes a Scientist - 2004



MERAKLI ZİHİNLER



Editör: John Brockman

TÜBİTAK POPÜLER BİLİM KİTAPLIĞI 237

çeviren : Ülker İnce

20/ 9 / 2008 de MB de yayımlanmıştır.
http://blog.milliyet.com.tr/Blogum.aspx?BlogNo=133279

Etiketler: , , , , , ,

Kitaplar Öyküler Etkinlikler: Kars'ın solan rengi Molokanlar kardeş şehir Minara Vodi 'de

Kitaplar Öyküler Etkinlikler: Kars'ın solan rengi Molokanlar kardeş şehir Minara Vodi 'de

Kitaplar Öyküler Etkinlikler: Kars'ın solan rengi Molokanlar kardeş şehir Minara Vodi 'de

Kars'ın solan rengi Molokanlar kardeş şehir Minara Vodi 'de


Pırıl pırıl bir Ekim sabahı başladık Kars turumuza. Güzelim ağaçlar limon sarısına bürünmüş. Güzel bir gün ve güneş neredeyse yakıyor. Karslılar ceketleri ve tiril tiril gömlekleri ile güz güneşinin keyfini çıkarıyor sanki, yürürken bile. Temiz, mis gibi havayı soluyarak kanatlanıyoruz sokaklarında Kars'ın, biz de...


Dört zarif genç kız heykelinin, canlıymışçasına şenlendirdiği fıskiyeli havuzun yanından geçip, güzel bir konağın girişindeki tabelaya yapışmış yaprakları anıştıran altın sarısı sözcükleri okuyoruz.



"Gazi Ahmet Muhtar Paşa Konağı Müze ve Güzel Sanatlar Galerisi" İçerdeki Molokanlarla ilgili fotoğraf sergisini gezeceğiz.



Yıldırım Öztürkkan ve Vedat Akçayöz, onca emek ve çalışmalarının ürünü olan serginin kapısında karşılıyorlar konukları gülen gözlerle. Broşür filan derken birdenbire kırkyıllık tanışlar oluveriyoruz. Kars insanı böylesi içten ve nazik.



(Molokanlar'a dair bu ilginç sergi Kars' dan sonra İstabul'da 2 Kasım akşamına kadar Tophane Tütün Deposu galerisinde de sergilendi ve Kafkas Festivali sırasında Kars ile "Kardeş Kent" olan Rusya'nın Minara Voli kentinde de izleyicileriyle buluşmak üzere yola çıkıyor bugünlerde.



Yine söyleşi sırasında belki de yoğun konuk akınından olsa gerek Vedat Beyin açıklama fırsatı bulamadığı ancak projesi ve finansı kendisne ait olan, Kars'ın Solan Rengi :Molokanlar adlı belgeselinin de söyleşimizden sonra Ekim ortalarında Safranbolu'da yapılan 9. Uluslarası Altın Safran Belgesel Film Festivalinde profesyonel belgesel dalında birincilik ödülünü aldığını bir araştırma sırasında Karshaber internet gazetesinden öğreniyoruz rastlantıyla. )

.

Serginin mimarları, Yıldırım Öztürkkan fotoğraçı ve Vedat Akçayöz ise araştırmacı yazar, belgeselci. Durur muyum hemen sorular sormaya başlıyorum.



Bu sergi hangi fikirden esin aldı diyelim?



Vedat Bey :

Anadolu çok kültürlü bir ortam. İnkar etsek de etmesek de bu bir zenginliktir. Çok kültürlülüğün bir ayrımcılık değil de bir zenginlik olduğunu ön planda tutarak o varsayımdan hareket etmekle, kültürlerin zenginliğinin bizim asıl zenginliğini doğuracağına inanarak bu yola çıktık. Arkadaşımla beraber tümü ile araştırma, Kars'ın var olan değerleri, tabulaşmış değerlerini, ön plana çıkardık. Bunlar nelerdi mesela?. Bir Sarıkamış Birgör Sönmez ile bayraklaşmış ama o çorbanın içinde bizim acizane tuzumuz var. Cenubu Garbi Kafkas Cumhuriyeti Anadolu'da kurulan ilk cumhuriyet, bu bölgede kuruluyor. Tabuları yıkarak bu noktaya geldik.



Tarihini soruyorum Vedat Bey'e.



Vedat Bey: 5 kasım 1918. O süreç başlıyor. 6 aylık bir süreç içersinde kuruluyor ve yıkılıyor.



Yıldırım Bey:İşgalden çıkmışız ve arada bir boşluk var. Osmanlı yıkılmak üzere. Karşısında o anda hiç kimse yok ve Rusya buraya hakim olmak istiyor. İşte o zaman Cenubi Garbi Kafkas Cumhuriyeti ilk temellerini 5 Ocak 1918 de atmış oluyor.



Bunlar tarih kitaplarında detaylı olarak yok sanırım? diyorum



Vedat Bey: Genel Kurmay arşivlerinde var. Resmi devlet politikasında yani gündemde olan tarihimizde yok. Biz onları (ortaya) çıkardık. Fakat Kültür Bakanlığının desteğini gördük. Onlar geldiler. Cenubi Garbi Kafkas Cumhuriyeti ile ilgili belgesel hazırladılar. Bakanlık arşivlerinde var. Bu çorbada da tuzumuz olduğu için biz çok memnunuz.



İki çift gözde de o memnuniyeti görüyorum ve soruyorum:



Ne zaman yapıldı bu bahsettiğiniz belgesel Cenubi Garbi Kafkas Belgeseli ?



Vedat Bey: Geçen sene yapıldı. Şimdi tabyalar üzerinde çalışmaktayız. Türkiye'nin en büyük tabyaları Kars tabyaları. Çanakkale'nin iki katından daha fazla. Çanakkale'deki tabyalar ağaç kütükleri üzerine yapılan tabya sanat eserleri. Burdakiler taş işçiliği ile ilgili. 46 adet tabyamız var. Şimdi onları gündeme oturtmaya çalışıyoruz. Bu da bir tabuydu. Tabudan da kurtarıyoruz. Çorbada yine tuzumuz olduğu için çok memnunuz. Bu tür işlerde son çalışmamız Molokanlar. Molokanlar Kars'da yaşayan etnik bir gurup idiler. 1877'de Kars bölgesine zorla getirildiler. 1921 yılında geri gönderildiler. Kalan 1500 kadar olan kısmı da 61, 62 yıllarında gönderildi.



Gönderildiler demek? diye soruyorum.



Vedat Bey hemen açıklama getiriyor: 61- 62 dekiler kendi istekleri ile gittiler.1921' dekiler gönderildi.



Kuyucuk köyünde de bir zamanlar yaşamış olan Molokanlar "süt içer" anlamına geliyor muş değil mi?



Vedat Bey: Evet, Molok demek "süt içmek" demek. Dinsel ritüellerinde hergün süt içmeyi öngörüyorlar ve kendi Ortodoks mezhepleri içinde ayrımcılığa düşüyorlar. O, başlarına çok büyük işler açıyor.



Bir süt onca dert sarmış demek?



Vedat Bey: Dünyanın dört bir tarafına sürülüyorlar. Ama her gittikleri yerlere güzellik götürüyorlar. Ateşin barutun olduğu, bu dünyamıza insan haklarını, dostluğu, kardeşliği, Tanrı beni yarattıysa ben Tanrı'nın yarattığı kulu öldürmem diyen bir felsefeyi, çevre dostluğunu her gittiği yere yeşili götüren, her toplumla uyum içinde yaşıyan bir topluluk Molokanlar. Bugün İstavrapol bölgesinde Türkçe konuşan Kars bölgesinden 61-62 yılında giden Molokanların peşlerine düştük. Onların izlerini sürdük. Gittik onları mekanlarında bulduk. Anılarını topladık. Fotoğraflarını çektik. Geldik burada onları da sergiliyoruz.Profesyonel ortamda Belgeselini de hazırladık ve o da önümüzdeki günlerde Türkiye kamuoyuna duyurulacak. Şu an fotoğraf sergisi ile burda başladık. Önümüzdeki aylarda Ankara ve İstanbul'da yapacağız sergiyi.



Molokanlar sergisini kitaplaştırabilirsiniz değil mi?



Vedat Bey: Kitaplaştırma süreci de 6 ay içersinde. Zaten o format hazırlandı.



Tebrik ediyorum.



Zaten o gururla yaşıyoruz diyor Vedat Bey.



Çok güzel bir çalışma. ama yani başka bir çalışma da olabilirdi öncelikli olarak. demek ki Kars kültürüne çok etkisi var Molokanların?



Vedat Bey: Çok etkisi var. Sokaktaki insana sorarsanız, röportaj yaparsanız , herhangi bir yaşlı insana sorun genelde yaşlılar bilir bunu. İnsanlar hakkında Molokanlar hakkında ne düşünüyorsunuz diye sorarsanız, hep olumlu cevap alacağınızdan eminiz. Böyle bir uyumcul insan topluluğu. Evlerinde hamamları olan, yüzyıl öncesinden bahsediyoruz, Fin Hamamları yani taşa suyu döküp buharlaştıran, evlerinde gülbahçeleri, saçtan çatıları olan kültürü çok yüksek, tarımsal son sistem aletleri kullanan bir topluluktu, güzel bir topluluktu. Şimdi onlar gittiler. Amacımız onlardan buraya bir rüzgar getirmekti. Onu da başardık sanırım.



Gerçekten o rüzgarı hissedebildim orada ve taa İstanbul'a kadar da sürükledim kendimle beraber.Öyle de bir merak sardı ki beni Puşkin'den başlayarak Kafkasya üzerinden Kars civarına gelmiş tüm gezginlerin seyahatnamelerini araştırıp okumaya başlayacağımı nereden bilebilirdim o dakikada. Okudukça aklım karıştı desem yeridir. Gürcüler, Çeçenler, Dağıstanlılar, Tatarlar, Lazgiler, Avarlar, Osetler, inguşlar, Abhazlar, Hat Tatarları, Don Tatarları....



Başarmışsınız dedim...başarmışlardı gerçekten!



Yıldırım Bey.

Demin Vedat Bey söyledi. Herhangi bir sıraya koymadık ama bizim Kars'da açacağımız sergi miktarı epeyce fazla. Biz aslında yetişemiyoruz. Sadece işimiz bu değil. Biz hepimiz esnafız.



Yıldırım Beyin fotoğraf işiyle, Vedat Akçaöz Bey'in de inşaat malzemeleri satışı ile uğraştığını öğreniyoruz.İkinci bir söyleşi olabilecek diğer projelerinden de bahsediyor Yıldırım Bey.



Yıldırım Bey: Bakın tabyalardan bahsetti Vedat Bey arkadaşımız. Tabyalar, 1855 savunmasında Türkiye'nin yani Kars'ın ve Osmanlının kaderini belirleyen yapılardır. 155 senedir inanır mısınız kimse ne elini sürmüş ne yazılı bir kaynak, belge bir şey yok. Biz Vedat Bey ile birlikte, özellikle son iki yıldır bayağı vur ha vur çalışıyoruz. 46 tabya az değil. Enini ölçüyoruz, boyunu ölçüyoruz, krokisini çıkarıyoruz, Bunun peşinden Ani Harabeleri var hemen şurada 41 km zaten bu dünya literatüründe her zaman göze çarpan bir olay. Biz peşinden de Ani'nin görünmeyen bilinmeyen yüzünü sergilemeyi düşünüyoruz. Bir diğer fotoğraf çalışmamız, Ebul Hasan Harakani Kars' ta Evliya camiinin az ilerisinde yatmakta. 1033 yıllarında Kars'a gelmiş ilk Türk akınları ile daha doğrusu 1021 de gelmişler 1033'de buraya hakim duruma gelmişler, 1037'de şehit olmuş. Onun felsefesinde şu var: "Kim ki bu dergaha gelirse ekmeğini veriniz inancını sormayınız zira Allah katında, ruh taşıyan herkes Ebul Hasan sofrasında ekmeğe layıktır." Bu da Mevlana hazretleri de "Gel kim olursan ol, yine gel!" aşağı yukarı bu iki doktrin de aynı. Bu felsefe ile Ebul Hasan Harakani de burada başlıbaşına bir ekol. Şehrimizin bir medarı iftiharı ve şehrimizin tanıtımında bayağı bir katkısı olan bir evliya ulaktır. Konya'da bir Mevlana hazretleri nasıl tanınıyorsa, Ebul Hasan Harakani de o derece kıymetli bir zatı muhteremdir. İşte onu da fotoğrafları, camisi, külliyesi, etrafında kurduğu sistem hepsini fotoğraflamaya çalışıyoruz ve onlarla ilgili bir sergi düşünüyoruz. Arşivlerde fotoğraflar duruyor. Peyder pey. Karar vereceğiz iki ay sonra Tabyalar çalışılacak diyelimki. iki ay sonra. Elimizde tabyalarla ilgili mevcut on bine yakın çekilmiş fotoğraf var. Biz onun içinden bir elli yüz tane çıkarıp en göz alıcı en iyi şekilde ifade edebilen resimleri sergi olarak düşünüyoruz. Peşinden de Anı'yı. Anı başlıbaşına gizemli bir şehirdir. .Öyle sizin gibi üstünkörü gelip birkaç saat gezip gitmenizle , Anı'yı zaten tanıyamazsınız. Buranın insanı olduğumuz için biz her an gidebiliriz. Mesela biz bayramın ikinci günü Vedat Beyle gittik. Ağrı Dağı Anı Harabelerinin arkasındaydı. Ağrı Dağı ile beraber aldık. Ağrı dağı yazın ortasında bile görüntü vermeyen bir dağ. Oysa Anı Harabelerinin arkasında devasa bir şekilde duruyor. Ama siz İstanbul'dan gelene kadar onu çoktan bulutlar kapatır gider. Bu bölgenin insanı eğer işi biliyorsa fotoğrafa biraz daha yatkındır bana göre

.

Önem vermesi de gerekiyor değil mi? Peki tabyalarla ilgili bir şey soracağım. Tabyalar kalenin olduğu o tepenin altında değil mi çoğu?



Yıldırım Bey:Tabyaları ben kısaca arz edeyim. Sadece Kale ile değil. Tabyalar çepeçevre çeviriyor. Kale bu tabyaların tam ortasında. Esasında son noktadır kale. Tabyalar o kalenin etrafında sağ ve sola doğru yüzer iki yüzer belki de beşer altiyüzer veya bin binbeşyüz metre sağlısollu yayılmıştır. Son derece muhteşem yapılardır.Toprak altında ve betondan. Yani şimdi Arap tabya var, şu anda size samimi söylüyorum, kapaklarını kapatınız penceresini kapısını atom bombasını üzerine bırakınız içeriye etki etmez. O derece sağlam yapılar demek diyorum.



(Ne yazık ki tabyaları gezma şansımız olmadı.)



Yıldırım Bey: Evet yer altında 36 basamak aşağı iniyorsunuz. 1848'de başlanıp 1853 yılında 5 yılda tamamlanmış. Aşağı yukarı 10 12 bin asker içinde barındıracak muhtevada bir tabya. Buna benzer bir tabya daha var. Karadağ Tabya, Yerli Tabya, Çifte Göğüs Tabya, Kanlı Tabya, Tağmaz Tabya, Kozluk Tabya, Hafızpaşa Tabya... yani tabyalarımız çok. Büyük bir kısmı askeriyenin içersinde ki bu sevindirici bir olay. Askeriye sahiplenmiş. Koruyor. Eğer dışarda kalmış olsaydı o tabyalardan çoğu dışarda hayatta olmazdı. Dışardakiler de mükemmelliği sayesinde ayakta duruyor. Çünkü ne sökülmeye sökülür ne yıkılmaya yıkılır yapmışlar, üzerine toprağı vermişler. . Üzerinde 3 ila 4 metre toprak var. Ancak vatandaş kapısını penceresini sökmüştür. Beton binayı söküp ne yapacak? Böyle devasa yapılardır. Kars'ın savunmasında çok büyük emekleri olan tabyalardır. İşte bunlar 155 yıldır kaleme alınmamış çizilmemiş yapılmamış. Biz bunları gündeme getirerek, bir boyut kazanmasını istiyoruz. Başka bir amacımız yok.



Hazır birazdan Kültür ve Turizm Bakanı da sergiye geliyorken, " koruma kurulları bu tabyaları korumaya alsa" gibi bir öneri yapmayı düşünür müydünüz diye soruyorum.Aslında aklımdaki soruyu soramadım. İstanbuldaki gibi rant olsa, o tabyaların üzerinde çoktan dev binalar yükselirdi ama tehlike uzakta gibi görünüyor bu yüksek yaylalar kentinde. Ses etmiyorum.



Yıldırım Bey:İmkan bulursak biz bu konuyu Bakan Bey'e arz edeceğiz. Özel talebimiz olacak tabii. Şahsi bir talep.



Ama yine de toplum adına bir talep bu. diyorum. Kendiniz için istemiyorsunuz.



Yıldırım Bey: Şöyle diyeceğiz. Bunun bilinmemesinin sebebi biraz da Kars' dan kaynaklanıyor. Biz tanıtmamışız. Eğer zamanında tanıtılmış olsaydı veya yıllar önce bunlar koruma kurulları tarafından tescil edilmiş olsaydı daha önemli pozisyonlara gelinirdi. Ama tescillenmediği için, böyle boynu bükük kaldılar bu eserlerimiz.



Amacınız Kars' a biraz yararı da olması.değil mi?



Yıldırım Bey:Biliyorsunuz turizm bacasız sanayidir. İki tane taş köprü var. Osmanlı mimarisinin en bariz örneklerindendir. Kars kalemiz var. Tabyalar var. Anı Harabeleri var. Tabiat güzellikleri var. Burası her yeriyle turizm potansiyeli. 1890 yılında Rusların Baltık Mimari dediğimiz tarzda yapılmış binalar var burada, ızgara planlıdır ve uçaktan baksanız böyle kare kare görürsünüz.Bu Baltık mimari de korunuyor şu anda. gerek Kültür Müdürlüğü gerek turizm müdürlüğü.Koruma kurulları ve Belediye tarafından tescil edildiği ve korumaya alındığı için, tahmin ediyorum bundan sonra kolay kolay tahrip edilmezler..





Umarım diyorum.



Yıldırım Bey:Yok kesin konuşuyoruz. Çünkü koruma altına alınmış şeye kasti bir şey yapılmadıktan sonra bir herhangi bir şey olmaz değil mi? .



İnşallah diyelim. Peki sizin Molokanlarla ilgili anlatacağınız, ekleyeceğiniz bir şeyler var mı?



Yıldırım Bey: Molokanlar şehrimizin zenginliği idi. Biz son dönemlerine yetiştik. Çünkü bizim çocukluk dönemlerimizde şehrimizde görmemize rağmen, son bir kaç aile ile biz tanıştık. Fazla haşır neşir olamadık. fakat bıraktığı zirai aletler, değirmenler hala günümüzde mevcut olduğu için ve çalışkanlıkları, dürüstlükleri yaptığı tarımsal reformları dedelerimiz ninelerimiz anlata anlata bugüne geldik. Biz onları o şekilde tanıdık. Yoksa 1921 ve 1962 yılındaki göçlerle zaten fazla vakıf olamadık biz o Molokanlara. Ama dedelerimizn nenelerimizin anlattığı kadarıyla...



Sergiyi geziyoruz. Malakanlar temiz yüzlü, sağlıklı ve oldukça iri yapılı kişiler olarak görünüyor fotoğraflarda. Erkekleri uzun sakallı. Dinlerine çok bağlı. Değişik ritülleri olan bir topluluk. Sigara ve içki yok. Kan dökmek ise en büyük günah imiş.



Yıldırım Bey bir fotoğrafı işaret ederek: Mesela bakın şuradaki kendi halinde dürüst bir adamdı. Değirmenci Vaso diye. Onu gezmeye götürdük. O da bizimle geldi. Böyle hatıra fotoğrafı çektik. Ama yazın kaybettik. Allah rahmet eylesin diyor .



Başka konuklarla ilgilenmek durumunda kalan Vedat Bey de katılıyor söyleşimize yeniden.



Mezar taşlarından biri de ablasının mezarı diyor Vedat Bey, değirmenci Vaso'nun önünde durduğu taşlardan birini kast ederek.



Mezarların yerini soruyorum, Rusya'da mı diye. Kafam karışıyor, seyahate gittik deyince.



Yok burada Çakmak'ta diyor Yıldırım Bey, Şöyle 10 kilometrelik bir yer.

Amaçlarımızdan bir de bu mezarların tahrip olmuş Molokan mezarlarının restore edilmesi diyor Vedat Bey



Mezarların çoğu yıkılmış ve yan yatmış durumdadır diye gözlemlerini ekliyor fotoğrafçı Yıldırım Bey,

Üzerindeki de Kiril afbesiyle yazılmış görülüyor.



Vedat Beyden Kültür Bakanlığının bu konuya da eğildiğini ve mezarlıkların düzeltilme çalışmalarının başlatılacağını duyuyoruz son olarak. Bu 2008 Kasım patentli bir haber! Bu da özellikle yakınlarının mezarları için kaygı duyan onlarca Molokan'ın duyduklarında son derece mutlu olacakları bir haber aynı zamanda.



Sordunuz mu yeni jenerasyona, buralara Kars'a gelmek istermisiniz? diyorum



Yıldırım Bey: Hala burunlarında tütmekte.Buralar kolay kolay unutulamaz. Ata, dede uzantıları. Onlar 1877'de Rusya'daki ikinci kuşak. Gelecek yeni nesil olur. Ama yeni nesil de bana göre malesef Türkiye'yi bilmiyor. eski nesilden 75 80 yaşından aşağı adam bulamazsınız ama bulsak, onlar da elbette gelelim orada ölelim derler. Başka bir alternatif olamaz.



Peki bizim bu Türkler içinde Rusça bilenler , onlarla kaynaşanlar yaşlılarımız var mı?



Yıldırım Bey . O nesli kaybettik. O nesil yok artık! Varsa tek tük, belki parmakların sayısı kadardır ama çünkü az bir zaman değil.Çünkü 1921' i düşünün! Hatta, 1960 deseniz en kötü ihtimalle aradan geçmiş 45 sene. Rusça bilenler de Ermenice bilenler de gitti. Öğretmediler, zaruret doğmadı. Niye öğretsinler ki? Öyle kaldı. Şimdi tek tük o da ileri derecede değil de bazı ihtiyaçlarını görecek kadar belki Rusça bilenler vardır. Mükemmel derecede Rusça konuşan olduğunu tahmin etmiyorum.



Vedat Bey: Neokomski, o bölgede yaşıyorlar, hepsi Türkçe konuşuyor. Manileri, şarkıları, bizim unuttuğumuz bir sürü tekerlemeleri onlardan duyup kayda aldık... Çok ilginçtir. Buraya özlemle yad ediyorlar, gelmek istiyorlar, fakat parasal problemleri var. Bir tek arzuları var. Buradaki tahrip olmuş ata mezarlarının restore edilmesi. Onu istiyorlar. Etnik bir grup ama dünyanın unuttuğu bir çok erdemleri bünyesinde taşıyan bir grup. Çevre dostu, yeşili seven, insan öldürmeyen..



"Buradan gitmeler... öyle mi? " diye soruyor sergiyi gezenlerden konuklardan biri " yani Gagavuz Türkleri gibi değil?" diyor.



Vedat Bey :Yok. Onlar 1877 de zorla getirildiler Çar bu tarafa sürdü onları. Bu bölgede 1921 yılına kadar yaşadılar. O ateş anında barışı koruyan etkinlikleri vardı diye yanıtlıyor Vedat Bey.



Sergiyi birlikte gezmeye devam ediyoruz. Masa üzerinde yığılı banknotların olduğu fotoğraf ilgimi çekiyor.



"Zorunlu askere giden Antonyo Samarin. Zorunlu askere gidiyor. Kendi isteği ile değil. Onun için Sabranya'da dini ritüel yapılıyor. Onlara para toplanıyor. Hayrat yemeği veriliyor." diye açıklıyor Vedat Bey.



Fotoğrafa bakıyorum. Bir görmelisiniz, Kızlar askere gidecek gence yardım için kolları nasıl sıvamışlar. Sanırım en güzel giysileri ile et tahtasının başına geçmiş, yemekte verilecek eti parçalıyor bir genç kız. Sözlüsü mü acaba askere gidecek olan gencin? Bunları sormayı unuttum.



Hayrat yemeği veriliyormuş o para ile. Onlar da işte o askerin salimen gidip salimen dönmesi için Tanrı'ya dua ediyormuş. Sabranya'daki ritüel buymuş.



"Bu, günümüzde de yaşanan bir ritüel demek" diyorum. Fotoğraftaki gençler günümüzdeki gençleri andırıyor çünkü.



Vedat Bey: Tabii diyor. Bundan 6 ay önce, Orada çekilen bir fotoğraf. Canlı.



Onlar orada da barış yanlısı oldukları halde ... gerçi askere gitmek de savaş yanlısı olmak anlamına gelmiyor ama...diyorum.



"Zorunlu" diyor Vedat Bey. " Ben bunu özellikle belirtiyorum." diye ekliyor.



Molokanların yaşantısında bizlere göre farklı olanlar neler, örneğin nasıl bir toplumsal yapı? diye soruyorum.



Vedat Bey:Kapalı bir toplum. Din ağırlıklı. Bütün problemleri kendi içinde çözebilen bir yapıları var. Mesela Rusya'da iki kardeş birbiri ile kavga ediyor birbirini yaralıyorlar. Olayı kendi içinde çözümlemeye gidiyorlar. Yani resmi makama vermiyorlar. Kendi içinde çözülüyor.



Acaba küçük topluluklar değil de büyük kalabalık olsalardı devam ettirebilirler miydi bu tarzı? gibi sorular şimdi konuşmaları çözerken geliyor usuma.



Geleneksel yoldan demekki diyorum.



Vedat Bey:Evet, geleneksel yoldan çözülüyor. ama çok daha ağır bir olay olduğunda bir ölüm olduğunda, tabii o farklı bir şey!



Tabii dileğimiz toplularda ne kendi ne de resmi makamların çözeceği olayların yaşanmaması gibi uzak bir ütopya.. . Sorunsuz, mutlu, huzurlu bir toplumda yemyeşil bir doğanın içinde yaşıyor olma hayali öyle çekici geliyor ki...



Erkeleri hep sakallı, iri yapılı. Kadınları da gençken özellikle çok alımlı. Sanki o çok eski Rus filmlerinde gördüğümüz kişilere benziyorlar. Kadın erkek hepsi çok sağlıklı görünüyor. Giysileri de çok temiz. Bunda açık havada, bahçede çalışmanın da etkisi olmalı, içtikleri ve vazgeçemeyip uğruna sürülmeyi göze aldıkları sütün de.... İlk kez gülümsüyorum...



Malakan bir Dimitri ağa vardı Çakmak Köyünde.

Kazım Karabekir Paşayı ağırlayan

Osmanlı ordusu karagah kurmuştu.

Çakmak Köyünün Kısır dağları, askerin erzak eksiğini

Haftalarca karşılamıştı Dimitri ağa....



Okuyorum bakıyorum, kimbilir ne öyküler var dünyamızın buralarında da yaşanmış, çoğu hüzünlü, bilmediğimiz, anladığını sananların anlayamadığı ya da anlayamayanların alında kavradığı ...



Her bir fotoğrafda başka bir yaşam karesini, başka bir yaşanmışlığı yakalamak, izlemek... Fotoğrafları okuyorum:



Kars doğumlu Molokan Naske hala Kars'ın Çalkaya köyünde 1960 yılında rahmetli olan kocası için hayrat yemeğini oğlu ile beraber veriyor. Bu nedenle Molokan kutsal sayılan ekmek ve tuzu Sabranya 'ya götürüyor. Dikkatimi çekiyor. Şarap yok.



Ve nice yaşamlar...çoğu artık var olmayan...



Yavaş yavaş kapıya yaklaşıyoruz.



Gazi Ahmet Muhtar Paşa konağının ahşap kapısının güzelliğinden konuşurken eski kapılar hakında şunu öğreniyorum Yıldırım Bey'den. Kapılarda çalmak için farklı iki kol olurmuş oralarda. Yoksa İstanbul'daki kapılarda da var mıydı? Belleğimi zorluyorum ama eremiyorum o denli eskiye. Sanki tek bir tak tak hatırlıyorum. Biz o kapıkollarına tak tak derdik.



Eğer kapıyı ince narin bir sesle vuruyorsa bir kadındır o zaman evin kadını açıyormuş. Ama diğer tokmağı kullanınca tok tok kaba seslerle vuruyorsa da bir erkek vuruyordur diyor Yıldırım Bey. Kapı 1870'li yıllarda filan yapılmış olmalı diye ekliyor. Gazi Ahmet Muhtar Paşa burada ikamet etmiş ve bu binayı Karagah olarak kullanmış. Alt taraf yani bulunduğumuz Sanat Galerisinin olduğu yer eskiden malesef ahır olarak kullanılırmış diyor Yıldırım Bey.İkametgah ve karargah olarak kullanılan üst taraf ise şu anda müze imiş.



Birden simsiyah kuyruklarını azametle sallayarak dolanan Arap atları geçiyor gözümün önünden ve yandaki merdivenlerden üst kata çıkan askerlerin tozlu uzun çizmelerini görür gibi oluyorum. Acaba bizimkilerin çizmeleri var mıydı o yokluk yıllarında?



Fotoğraflarımızın kopyalanmasında bize yardımcı olan belgeselci İbrahim Bey ile yukarı kattaki Müze bölümüne çıkıyoruz, dıştaki merdivenlerden, hayalimizdeki artık yemenili askerlerle. Eski ahşap binanın güzelliği üst katta daha belirgin. Daha önce yıkıntı halindeyken, askeriyenin gayretleri ile restore edilmiş bina. İbrahim Bey de bizi bilgilendiriyor. Aklım Peç denilen o muhteşem şöminelerde kalıyor. Bir kez daha gezebilme umuduyla çabuk çabuk geziyoruz. 100 yılık belki de daha eskilerden kalma at ve katır nalları bile var.



O kocaman nalları görünce sahibi olan katırların ne güçlü hayvanlar olduğu geliyor hatırıma. Belki onlar da Rusya'dan mı geldiler diye düşünüyorum şimdi bu makaleyi yazarken. Nedeni var. Yazının sonuna dip not olarak ekleyeceğim. Belki de ayrı bir blogda anlatırım. İlginç bir yaşanmışlık nakledeceğim.



Dinleyenleriniz olmuştur sanırım. Sevgili Güldane Karakurt geçen hafta başında Vedat Bey ile ve Kuzey Anadolu Doğa Kuş gözlem grubu ile söyleşi yaptı " Gecenin İçinden " programında. Pazartesi akşamları TRT radyo 1 de 23.15'de program Ne yazık ki bir aksaklık nedeniyle kaçırdım. Mutlaka orada konuşulmuştur aşağıdaki mutlu haber.



Bu yazıyı yazarken yaptığım bir arama sırasında rastlıyorum. Safranbolu'da yapılan Altın Safran Film yarışması sonuçlanmış ve Vedat Bey'in yapımcılığını üstlendiği " Kars'ın Solan Rengi: Molokanlar" belgeseli profesyonel dalda birincilik ödülü almış. Yukarda da söyledim. biliyorum. Şimdi Altın safran birincilik ödülünü kazanan "Kars'ın Solan Rengi: Malakanlar" adlı belgesel hakkındaki bilgileri karshabergazetesi.com sitesinden aktaralım.



http://www.karshabergazetesi.com/article_view.php?aid=2057



"Gazetemiz yazarlarından Vedat Akçayöz’ün proje sahipliğini ve finansörlüğünü yaptığı “Kars’ın Solan Rengi: Malakanlar” adlı belgesel film ilk kez katıldığı 9. Uluslararası Altın Safran Belgesel Film Festivali'nde birincilik ödülü aldı.



Tarihi danışmanlığını Av. Erkan Karagöz ile Prof. Dr. Bingür Sönmez’in yaptığı, çekimlerini Kars’ta ve Rusya’da Vedat Akçayöz’ün gerçekleştirip Yalçın Yelence’nin hazırladığı “Kars’ın Solan Rengi: Malakanlar” adlı belgesel film, Kars’ta düzenlenecek Altın Kaz Film Yarışması yanı sıra, İngiltere ve Almanya’daki yarışmalara da katılacak.



Yeni hazırlanan belgesel filmin ilk kez katıldığı bir yarışmada birincilik ödülü almasının önemli ve anlamlı olduğunu bildiren Akçayöz, “Malakanlar’la ilgili şu ana kadar çok şey yazıldı çizildi. Ama savaş istemeyen, barıştan yana olan bu halkı yazıp çizmelerle anlatmak yetmiyordu. Bunun belgesel olarak hazırlanması gerektiğini düşündüm ve çekimler için önce Kars’tan başladım. Daha sonra Rusya’ya giderek orada çekimler yaptım. Av. Erkan Karagöz ve Prof. Dr. Bingür Sönmez’in desteğiyle Yalçın Yelence’nin hazırladığı güzel bir belgesel film ortaya çıktı.” dedi.



30 ve 60’şar dakikalık olarak hazırlanan “Kars’ın Solan Rengi: Malakanlar” adlı belgesel filmde, ağırlıklı olarak Malakanlar’ın Rusya’dan Kars’a sürgünlerini, daha sonra yeniden Kars’ tan Rusya’ya göçlerini anlatıldığını ifade eden Akçayöz, “Malakanlar’ın en önemli özelliği savaş karşıtı olmalarıdır. Askere gitmedikleri ve Ruslar tarafından dağıtılan tüfekleri yaktıkları için Kars’a gönderildiler. Daha sonra Kars’ta da askerlik yapma teklifini reddettikleri için bu kez yeniden Rusya’ya göçe zorlandılar. Bu, Malakanlar’ın barışçıl yönüdür. Diğer bir yönleri ise tarımcılıktır. Belgeselde Malakanlar başta barışçıl yönleri olmak üzere tüm yönleriyle detaylı anlatılmıştır. Belgeselin en önemli bölümü de Kars’taki yaşamlarıdır.” diye konuştu."*



Bizde buradan Vedat Beyi ve belgeselde emeği geçenleri kutluyoruz ve nice güzel ve yaşamın içinden gelerek aydınlatan gerçek belgesellere diyoruz. Biraz da hüzünleniyoruz.. Neden mi? Vedat Beyin mütevaziliğinden bize kendi belgeselinden "Karsın Solan Rengi: Molokanlar" dan hiç bahsetmemiş olmasından.



İnsanlığın kansız, barışçıl bir dünyayı, en az Molokanlar kadar özlem duyması yeterli olur mu bu dünyayı geçmişten beri baştan sona saran kanı gözyaşını gelecekte durdurmada... Yoksa orduların hatta devletlerin bile üzerinde, tanrısal ve görünmez fildişi kulelerinde, sırça köklerinde doymak bilmeyen bir iştah ile insanlığı kemireni görünür kılınca, maskeleri düşürünce mi sönecek yangın....Seçim bizim, bilincimizin...





http://www.karshabergazetesi.com/article_view.php?aid=2057



http://vedat.akcayoz.net/index.php?option=com_content&view=article&id=5&Itemid=13

Bu blog 5/11/2008 de MB de yayımlanmıştır.
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=142429

Etiketler: , , , , ,