Kitaplar Öyküler Etkinlikler

Kitap , okuma, , çocuk kitapları , romanlar , anılar, edebiyat sohbetleri , sanatçılarla söyleşiler , fotoğraf , edebiyat , çocuk eğitimi üzerine üzerine dokunmak istediğimiz herşey

30 Kasım 2009 Pazartesi

Türkiye'deki YOUTUBE yasağı AİHM 'de



İç hukuk yolları tüketildi.



You tube yasağı konusunda TC mahkemelerine yapılan iki başvurudan ilki gerekçeli , diğeri ise gerekçesiz olarak reddedildi.


INETD, youtube yasağı konusunda iç hukuk yolları tüketildiği için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurdu.


Başvuruyu 20 kasım 2009 tarihinde derneğin avukatlarından Nihad Karslı yaptı.


AİHM'sine başvurunun ana noktası, yasaklamanın sözleşmenin 10. maddesi


olan İfade Özgürlüğünü ihlal etmesidir.

Başvuru dilekçesini http://inetd.org.tr/yasaklar.php

adresinde bulabilirsiniz.

Bu konuyla ilgili linkler:

http://inet-tr.org.tr

http://inetd.org.tr

http://blog.akgul.web.tr



http://inet-tr.org.tr/inetconf14/ İnternet Konferansı Bİlgi Üniversitesi 12-13 Aralık 2009



Türkiye'de YOUTUBE YASAĞI ' NIN tarihçesi:



Youtube.com webi 05/05/2008 tarihinde sakıncalı bulunan 10 video nedeniyle 5651 nolu yasa yoluyla tedbir olarak kapatıldı.

Söz konusu videoların bazıları youtube tarafından tamamen kaldırıldı.

Bazıları ise sadece Türkiye’den erişime kapatıldı.

Bu süre zarfında herhangi bir yargılama yapılmadı; dava açılmadı, savunma alınmadı.

Tedbir kararı yenilenmesi gerektiği halde yenilenmedi.

Ana ilgi alanı internet olan İnternet Teknolojileri Derneği – INETD, bu yasaklamadan zarar gören üyeler ve misyonu gereği tüm ülke ve bizzat kendisi adına, bu yasaklamanın hukuka ve kamu yararına aykırı olduğunu düşündüğü için İnternet'in doğum gününde yazılan bir dilekçeyle yasaklama kararını veren mahkemeye itiraz edildi.

Mahkeme, itirazın kararın ilk haftasında yapılması gerektiği gerekçesiyle itirazı reddetti.

Bir üst Mahkeme , gerekçelerimizle yaptığımız itirazı hiçbir gerekçe ve görüş belirtilmeden reddetti. .

Ülkemizde itiraz edebileceğimiz başka makam kalmadığı için AİHM’ne başvurmak zorunda kaldık.

İNETD başkanı Pr Dr Mustafa Akgül'ün açıklamalarını özetledik. Aşağıda ise Youtube kullanımı konusundaki görüşleri yer alıyor.

YOUTUBE YASAĞI konusunda İNETD Başkanı Mustafa Akgül 'ün açıklamalarının devamı :





AİHM 'sine başvurumuzun ana noktası, yasaklamanın sözleşmenin 10. maddesi olan İfade Özgürlüğünü ihlal etmesidir. Yasaklanmak istenilen videolara nesne temelli filtreleme uygulama mümkün iken bu uygulanmayarak, tüm yurttaşlarımızın bu uluslararası paylaşım ortamından yararlanmaları, bu ortamda kendilerini ifade etme özgürlüklerine orantısız bir şekilde kısıtlanmaktadır. Yasaklama Sözleşmenin 6. maddesine aykırı olarak sakıncalı videolarla hiçbir bağlantısı olmayan kişilere kısıtlama getirilmekte, hiçbir yargılama yapılmadan bir tedbir kararı kesin bir karar gibi uygulanmakta; bundan zarar gören kişilerin hakkını arama hakkına sınırlama getirmektedir. Verilen tedbir kararı kısa bir süre için geçerli olması gerekirken, tedbir kararı yinelenmeden Mayıs 2008 'den beri uygulanmaktadır. Tedbir kararı öncesinde de ne bir savunma alma çabası olmuş, ne de bilir kişiye başvurulmuştur. Bir başka deyişle, bu yasaklama kararı uygulanmasının bir Hukuk Faciası olduğu kanısındayız.

Herhangi bir yargılama yapılmamasına rağmen, bazı kişilerin youtube.com'a yüklendiği birkaç video nedeniyle milyonlarca masum Türkiye vatandaşı cezalandırılmakta ve yasaklamaya itirazı gözönüne alınmamaktadır. Türkiye'de yaşayan birey ve kurumlara; ve Türkiye' de yaşayan kurumlara ulaşmak isteyen dünya üzerindeki herhangi bir aktörün sosyal ağ oluşturma, iletişim kurma özgürlügüne kısıtlama getirilmektedir.



Yasaklama 1 nolu Protokol'un 2. maddesindeki Eğitim Hakkına sınırlama getirmektedir. Youtube üniversitelerin, uluslararası kuruluşların ders ve benzeri malzemeleri koydukları ana dağıtım kanalı olmuştur. İnternet yaşamın tüm boyutlarını kapsadığı için, internete getirilen bir kısıtlama en başta iletişim özğürlüğüne getirilen bir kısıtlamadır. Bunun doğal sonucu, yukarıda belirtilen ifade, adil yargılama ve öğrenme özgürlüğü dışında, kendini geliştirme, iş yapma, eğlenme gibi özgürlüklere kısıtlama getirilmektedir. *İnternet bugün bir toplanma ve örgütlenme ortamıdır.* Siyasi partiler, Sivil Toplum Kuruluşları interneti kendi aralarında haberleşmenin ötesinde, politik faaliyet ortamı, kamuoyundan geri besleme ortamı, kendileri ifade etme tanıtma ortamı olarak kullanmaktalar. Obama'nın ve daha önce Howard Dean'ın interneti politik örgütlemede kullanmaları, bu konuda teorilerin geliştirilmesine, kitapların yazılmasına neden olmuştur. Youtube.com, facebook ve twitter gibi sosyal ağlar bu çabada öne çıkmışlardır. Youtube'un kapalı kalması Sivil Toplum ve Siyasal aktörlerin örgütlenme özğürlüğüne sınırlama getirmektir.



Yasaklar Konusunda Ne Yapılmalı ?

İNETD başkanı Mustafa Akgül aşağıdaki açıklamaları yaptı:


1 . Youtube yasağını şu anda kaldırmanın en kolay yolu, Türkiye'nin Uluslarası hukuka uyması, ve mahkememelerimizin yetkisinin Türkiye sınırları içinde olduğu ve dolayısyla, İnternetin Türkiyeden görünün yüzü ile ilgili kararlar vermesidir. Yasağa neden olan videolar ya tammen kaldırılmış, yada Türkiye'den erişimi youtube tarafından sağlanmıştır. Türkiye'nin yasa ve yönetmeliklerde bir tanım değişikliği ile bu sorunu çözebilir.


Görev Siyaset Kurumlarında ve Hükümettedir



2.


Youtube gibi milyonlarca kişinin kullandığı, milyonlarca nesnenin bulunduğu weblerin en başta tümden kapatmak yerine, sakıncalı bulunan nesnelere erişimi engellemek mümkündür. BTK bunu yapacak idari, mali ve teknik beceriye sahiptir. Kamuoyunun yeterli baskı yapmaması nedeniyle gündeme alınmamaktadır.



3.



Sakıncalı içerikle devletin değil, yurttaşın uğraşması demokrasilerde esastır. 5651 nolu yasanın ana motivasyonu gençleri sakıncalı içerikten korumaktır. Bunun etkin yolu vatandaşı bilgilendirmek, ve sakıncalı içeriği filtrelemeyi vatandaşa bırkmaktadır. Servis sağlayıcılar bu hizmeti şu anda vermekteler. Bunu teşvik etmek, ücretsiz yazılım dağıtmak, insanları bilgilendirmek en doğru yoldur.



4.



Sakıncalı içerikle, devletin yavaş ve esnek olmayan yapısıyla uğraşmak yerine sivil toplum kuruluşları yoluyla öz-denetim, ortak-denetimle mücadele etmek daha etkin ve demokratik olacaktır.



5.



Bu işler icin 1-2 tane uzman mahkeme kurmak, Sivil toplum ve üniversitelerle iş birliği yapmak en sağlıklı yoldur. Bu sorunlar, çözümü kolay olmayan, tüm dünyanın çözüm aradığı sorunlardır. Bunun altında da İnternetin tüm dengeleri bozan Devrimsel bir gelişme olması yatmaktadır.

Kısaltmalar


İNETD İnternet Teknolojileri Derneği


BTK Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (Ulaştırma bakanlığına bağlı)


AİHM Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi

İnternet Konusunda ve yasaklarla ilgili diğer yazılarımız:



http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=189193

http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=188407

http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=178109

http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=178109

http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=182300

http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=177190
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=148203

http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=146309


http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=140864


http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=140847


http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=132950


http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=140072

Etiketler: , , ,

25 Kasım 2009 Çarşamba

Sinemamızın iki büyük divası Sezer Sezin ve Muhterem Nur 'a onur ödülü


Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin 28 Kasım - 4 Aralık 2008 tarihleri arasında üçüncüsünü gerçekleştireceği Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali’nde, sinemamızın iki büyük divası Muhterem Nur ve Sezer Sezin, Sinema Onur Ödülleri’nin bu yılki sahipleri oluyor.




Her yıl Türk sinemasına emeği geçen sanatçılara verilen Onur Ödülleri’nin bu yıl, Semir Aslanyürek, İzzet Günay, Sevin Okyay, Necip Sarıcı, Ali Sönmez ve Fırat Yücel’den oluşan Festival Danışma Kurulu’nun oy birliği ile Türk sinemasının gelişimine katkılarından dolayı Muhterem Nur ve Sezer Sezin’e verilmesi kararlaştırılmıştır.



Sanatçılar, Türk Sinema Tarihi’nde ‘Sinemacılar Dönemi’ olarak bilinen 1949-1959 yılları arasında oynadıkları filmlerde, teatrale kaçmayan doğal oyunculukları; oynadıkları karakterlere kattıkları güçlü etki ile sinemamızın ilk kadın starları olmalarının yanı sıra, ithal filmlerin sinema salonlarına seyirci çektiği bir dönemde, Türk seyircisinin yerli filmlere olan ilgisini arttırmasına yönelik sağladıkları katkı ile bu ödüle değer görülmüşlerdir.



Muhterem Nur ve Sezer Sezin’e ödülleri, 28 Kasım 2008’de Bursa Merinos Kültür Merkezi’nde yapılacak olan festivalin Açılış Gecesi’nde verilecektir.



Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali’nde iki yıldır verilen Onur Ödülü’nün sahibi geçtiğimiz yıl Fatma Girik olmuştu. Girik ödülünü, ilk festivalde Umut Ödülü’nün sahibi olan genç yönetmen Çağan Irmak’ın elinden almıştı.



SEZER SEZİN



25 Ekim 1929’da İstanbul Eyüp’te doğdu. Asıl adı Mesrure Sezer’dir. İlk ve orta öğrenimini Eyüp’te tamamladı. Tiyatroya olan ilgisi nedeniyle bale dersleri almaya başladı. 11 yaşında Eminönü Halkevi Tiyatro kolunun sahnelediği “Kral Oidipus” adlı oyunda kralın kızı rolüyle ilk kez sahneye çıktı. 1945’te o günler için Balkanların en büyük revüsü adıyla anılacak olan Atilla Revüsü bale grubuna katıldı. Bir yıl sonra Vedat Örfi Bengü ile birleşerek Sezer Tiyatrosu’nu kurdu. Tiyatro bir yıl süreyle turneler yaptı, fakat dağıldı.



Sezer Sezin sinemaya 1944’de “Hürriyet Apartmanı” ve 1945’de “Köroğlu” ve “Yayla Kartalı” filmlerinde küçük roller alarak başladı. Asıl çıkışını 1946’da kuruluşunda da yer aldığı ‘Erman Kardeşler’ şirketi adına çekilen “Damga” filmiyle sağladı. Sanatçı Lütfi Ö. Akad yönetiminde başrol oynadığı “Vurun Kahpeye” adlı film ile büyük başarı kazandı.



“Arzu ile Kamber” ve “Tahir İle Zühre” adlı filmler için 6 ay Bağdat’ta çalışmalar yaptı. Bu filmlerde birlikte rol aldığı Kenan Artun ile 1952 yılında evlendi. Lütfi Ö. Akad, Atıf Yılmaz, Semih Evin, Memduh Ün, vs. gibi yönetmenleri sinemaya kazandırdı. 1955’de Film Dostları Derneği tarafından “yılın en başarılı kadın oyuncusu” ödülünü kazandı.



1956’da Kenan Artun ve İlham Filmer ile ortaklaşa ‘Türk Eksport Film’ adıyla bir şirket kurarak yapımcılığa başladı. Yapımcı olarak üç film üretti. Bunlar arasında yer alan “Kıbrısın Belalısı Kızıl Eoka” adlı filmle Türk sinemasında Kıbrıs sorununa ilk kez değindi. Fakat film Kıbrıs konusunda Türk-Yunan ilişkilerinde oluşan iyileşme nedeniyle seyirciye fazla ulaştırılamadı.



1959’da Metin Erksan’ın, daha sonraları aynı adla anılmasına sebep olacak filmi “Şoför Nebahat” ile büyük başarı kazandı. 1961’de İstanbul’da çekilen “Tenten İstanbul’da” ve “Ölümsüz Kadın - L’immortelle” adlı iki Fransız filminde rol aldı. 1965’de İzmir Fuar Filmleri Festivali’nde “en iyi kadın oyuncu” ödülünü alan Sezer Sezin, 1967 yılından henüz çok genç bir yaştayken sinemadan uzaklaştı.



Türk sinemasında her zaman güçlü kadın rolleriyle kendisini kabul ettiren sanatçı bu tarihten sonra 1965’de evlendiği ikinci eşi Üner İlsever ile birlikte Kadıköy İl Tiyatrosu adı altında bir grup kurarak temsiller vermeye başladı. Başarılı oyunları arasında “Ya Beni Öpersin”, “Nazırın Karısı”, “Yanlış Adres” vs... gibi oyunlar sayılabilir.



1970’lerin ortasına kadar devam eden tiyatro çalışmalarının ardından sanatçı bir süre deri ticareti işine girdi.

Sezer Sezin, 1984’de 21. Antalya Altın Portakal Film Festivalinde onur ödülü ve 1993’de 12. İstanbul Film Festivali jüri onur ödülünü almıştır. Sanatçı sinemayı bırakışından 40 yıl sonra sessizliğini bozarak Safa Önal’ın “Hicran Sokağı” adlı filminde konuk oyuncu olarak yeniden kameralar karşısına geçti.



Filmografi

1944 Hürriyet Apartmanı

1945 Köroğlu

Yayla Kartalı

1948 Damga

1949 Vurun Kahpeye

1950 Allah Kerim

Lüküs Hayat

1952 Arzu İle Kamber

Tahir İle Zühre

1954 Kaçak

1955 Dağları Bekleyen Kız

1956 Kalbimin Şarkısı

Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi

1958 Altın Kafes

Meçhul Kahramanlar

Meyhanecinin Kızı

1959 Ana Kucağı

Kıbrısın Belalısı Kızıl Eoka

Şoför Nebahat

Vatan Uğrunda

1960 Dişi Kurt

Rüzgâr Zehra

1962 Üç Tekerlekli Bisiklet

1964 Cehennem Arkadaşları

Şahane Züğürtler

Şoför Nebahat ve Kızı

1965 Kanlı Meydan

Şoför Nebahat Bizde Kabahat

1966 Asker Anası

Sırat Köprüsü

1967 Turist Zehra

2007 Hicran Sokağı



MUHTEREM NUR



1932’de Yugoslavya’nın Manastır (Makedonya - Bitola) şehrinde doğdu. Anne ve babasını hiç tanımadı. Yugoslav hükümetinin aşırı baskıları altında kalan Manastır Türkleri arasında başlayan göçle birlikte oda çok küçük yaşlarında ailesinin geri kalanıyla Türkiye’ye göç etti. Diğer göçmenlerle birlikte önce Tekirdağ’a yerleştirildiler. Fakat tüm servetini orada bırakan ailesi yaşadığı zor şartlara daha fazla dayanamayıp İstanbul Eyüp’e gelir.



Asıl adı Aysel Muhterem Kısa olan sanatçı ilköğrenimini Eyüp 36. İlkokulunda yaptı. Uzun yıllar fabrika işçisi olarak çalıştı. Sinemaya o günlerde tesadüfen tanıştığı ünlü ses sanatçısı ve aynı zamanda dönemin en büyük film yapımcısı Halk Film’in de ortağı olan Suzan Yakar Rutkay’ın desteğiyle 1950’de “Yıldızlar Revüsü” adlı filmde figüran oyuncu olarak çalışmaya başladı.



Figüran oyunculuğuna daha sonraları “Kanun Namına”, “Aşk Besteleri”, vs. gibi filmlerde devam etti. Aynı yıl Halk Film Şirketi desteğinde “Kore’de Türk Kahramanları” ve “Boş Beşik” adlı filmlerle başrole yükseldi.



Muhterem Nur “Günahkâr Baba”, “Piç / Kahpe Dünya”, “Yetimlerin Ahı”, “Yetim Yavrular”, “Köy Canavarı”, “Ceylan Emine”, “Gelin Ayşem”, “Yavrularımın Katili”, “Yetim Ömer”, “Zeynebin Aşkı”, vs. gibi pek çok filmle Türk sinemasını Anadolu seyircisine sevdiren isim oldu. Münir Hayri Egeli, Memduh Ün, Dr. Arşavir Alyanak, Muharrem Gürses ve Sırrı Gültekin gibi yönetmenlerle çalıştı.



Türk sinemasının ünü ülke sathına yayılmış ilk ve gerçek starı olan Muhterem Nur, filmlerinde kent soylu kadın tipinin dışına çıkarak daha çok ezilen ve yok sayılan kadın tiplemesiyle tanındı. Yeşilçam’ın en çok ağlayan, en çok ağlatan, mendil parçalatan kadını olarak tanınan Muhterem Nur, 1950’li ve 1960’lı yıllarda her ne kadar kayıt altına alınmamış olsalar dahi hâsılat rekorları kıran filmleriyle Türk sinemasının seyirci profiline en çok katkıda bulunan en önemli kadın oyuncularından biridir.



Muhterem Nur’un özel yaşamı da sanki filmlerdeki gibi kırıklıklarla, kırgınlıklarla ve yalnızlıklarla doluydu. Sanatçı o günlerin bonoyla çalışan film şirketlerinin çalışma ve ödeme şartlarından bıkmıştı. 1965 yılından itibaren sinema çalışmalarını azaltarak dansöz olarak sahneye çıkmaya başladı.



1967’de ise şarkıcılık yapmaya başladı. Muhterem Nur, 1972 yılında 4. Adana Altın Koza Film Şenliği’nde “Kara Gün” filmindeki rolüyle “en iyi yardımcı kadın oyuncu” ödülünü kazandı. 1970’li yıllarda daha çok küçük gazinolarda ve turne ekiplerinde şarkıcı olarak çalışan Muhterem Nur, 1981 yılında, ileriki yıllarda arabesk müziğin “baba” lakaplı sesi olacak olan Müslüm Gürses ile tanışarak hayatına yeni bir yön çizdi. İki sanatçı 1985 yılında evlendi. Sanatçı halen anılarla dolu mutlu bir yaşam sürmektedir.



Filmografi

1951 Beni Mahvettiler

Kore’de Türk Kahramanları

Yıldızlar Revüsü

1952 Aşk Besteleri

Boş Beşik

İstanbul Havası

Kanun Namına

Sabahsız Geceler

Söz Müdafaanın

1953 Bu Nasıl Aşk

Cinci Hoca

Kara Davut

Sarı Zeybek

1954 Canlı Karagöz ve Mihriban Sultan

Nasrettin Hoca

Son Şarkı

1955 Günahkâr Baba

Hayatımı Mahveden Kadın

Izdırap Şarkısı

Kara Sevda

Karacaoğlan

Kaybolan Gençlik

Yetim Yavrular

1956 Bırakın Yaşayalım

Köy Canavarı

Piç / Kahpe Dünya

Sazlı Damın Kahpesi

Yetimlerin Ahı

Zeynebin İntikamı

1957 Annemin Gözyaşları

Ceylan Emine

Gelin Ayşem

Ham Meyva

Yavrularımın Katili

Yetim Ömer

Zeynebin Aşkı

1958 Acı Sevda

Aşık Garip

Ayşe’nin Çilesi

Çoban Kızı

Funda

Sevda Çeşmesi

Üç Arkadaş

1959 Aşk Rüyası

Aşkın Acıları

Aşkın Gözyaşları

Ayşecik

Ben Bir Günahsızım

Ben Kahpe Değilim

Kaderim Böyleymiş

Son Yolcu

Üç Kızın Hikâyesi

Yeşil Kurbağalar

1960 Ateşten Damla

Ayşem Kınalı Gelin

Can Mustafa

Mahallenin Sevgilisi

Meryem

Şeytan Kız

Talihsiz Kız

Yak Bir Sigara

1961 Bitmeyen Mücadele

Biz İnsan Değil Miyiz

Çılgın Aşk

Derbeder

Gönlüm Yaralı

İki Yetime

İnleyen Dağlar

Kadın Asla Unutmaz

Kül Kedisi

Ölüm Film Çekiyor

Sabırtaşı

Seni Benden Alamazlar

Unutamadığım Kadın

Yaman Gazeteci

Yavru Kuş

Yedi Günlük Aşk

1962 Ağlama Sevgilim

Aşk Bekliyor

Belki Bir Sabah Geleceksin

Beş Kardeştiler

Çifte Kumrular

Çiğdem

Derdimden Anlayan Yok

Genç Osman

Gurbet Yolcuları

Kader Yollarımızı Ayırıyor

Kaldırımlar Üstünde

Kayıp Kızı Ayla

Kelle Koltukta

Köyün Güzeli

Mağrur Kadın

Meteliksiz Âşıklar

1963 Ali Derler Adıma

Ayşecik Fakir Prenses

Beni Osman Öldürdü

Bir Öpücük Ver Bana

Can Pazarı

Çapraz Delikanlı

Kezban

Kızlar Büyüdü

Nişan Yüzüğü

Ölüme Çeyrek Var

Yaralı Ceylan

1964 Altın Kelepçe

Anne Çok Gördü Felek

Baba Hasreti

Erkekler Ağlamaz

Fabrikanın Gülü

Günah Bende mi?

Güzel Kadınlar Çetesi

Hayat Kavgası

Izdırap Çocukları

Koçero

Manyaklar Köşkü

Nem Alacak Felek Benim

Paylaşılamayan Sevgili

Son Karar

Yüz Karası

1965 Dağ Çiçeği

Ekmek Kavgası

Hz. Eyyubun Sabrı

Horoz Nuri Çapkınlar Kralı

Şeker Hafiye

Veysel Garani

Yaralı Kartal

1966 Yiğit Yaralı Olur

Zalimler

1967 Ali’yi Gördüm Ali’yi

Ecelin Geldi Yavrum

Erkek Adam Sözünde Durur

Garipler Sokağı

Kanunsuz Toprak

Koca Dağlı

Nemli Dudaklar

Sevda

1968 Eşkıya Kanı

Kabadayı

Karagözlüm Efkârlanma

Urfa-İstanbul

1969 Ana Mezarı

Bana Derler Fosforlu

Reyhan

İki Günahsız Kız

Kanlı Gelinlik

Şen Ola Düğün Şen Ola

1970 Babaların Günahı

Öksüz Gülnaz

Sevenler Ölmez

Yanık Kezban

1971 Kara Gün

1972 Gecekondu Rüzgârı

Şehvet Kurbanı

1973 Kaderim

1974 Ayyaş

Bacım

Eski Kurtlar

1980 Zeytin Gözlüm

1982 Son Akın

1984 Sev Yeter

1985 İkizler

1986 Küskünüm



Basın Bülteni



afiş kaynak:



http://www.xvidheaven.com/anilardan-silinmeyenler/2096-vurun-kahpeye-1949-sezer-sezin-temel-karamahmut-settar-kormukcu.html





www.sinematurk.com/film_genel/4720/Kocero

Etiketler: , , ,

18 Kasım 2009 Çarşamba

Uzak Bir Rüya


Şimdi kaç yaşında olacaktı öldürülmeseydi o güzel adam ?


Katilleri yakalandı mı, yargılandı mı, adalet yerini buldu mu? Yerini bulan adalet var mı, öldürüleni geri getirebilen adalet?



"Onun için yaptığım bestenin adı Uzak Bir Rüya..." diyor kızı Mehveş Emeç Birol *





Reverie -Uzak Bir Rüya**



Bir sabah uyansam

Yanımda seni bulsam

Saçımı okşayan

Ellerine sarılsam

Dur deyip zamana

Kalabilsem öylece

Sımsıkı sarılsam

Bir daha gitme diye

Sensiz geçen günler

Bitmek bilmiyor

Yıllar geçse bile

Acım dinmiyor

Söz ver bana söz ver ne olur

Ayrılmak yok artık de

Bir gün yine karşılaşırsak

Ayrılmak yok artık de



Çetin Emeç'in ölümünün 15. yılı için Doğan Kitap'ın Mart 2005 de yayımladığı Genel Yayın Yönetmeni Çetin Emeç (1935-1990) adlı kitapdan aktardım yukardaki dizeleri ve şu anda kitapçıkla birlikte verilen Uzak Bir Rüya Cd'sini dinliyorum. Piyano da Mehveş Emeç ve şarkıyı da Yavuz Bingöl seslendirmiş.



"Onun aramızdan alan hain tetikçinin hala belli olmadığı bir zamanda arkadaşımız Çetin Emeç'inölümünün 15. yıldönümü anısına yayımlanan bu kitap, arkadaşımızı kuşaktan kuşağa yaşatacak, anlatacak bir belge. Keşke böyle bir yazı onun ölümü üzerine değil, mesleği üzerine kaleme aldığım mutlu bir yazı olsaydı." diyor Dilerim "Son Acı Yazı Olsun" başlıklı yazısında Aydın Doğan.



Yıllar ne çabuk akıp geçmiş. Çetin Emeç gideli daha doğrusu hain kurşunlarla aramızdan ayrılışının üzerinden tam 18 yıl geçmiş. Anı kitabının üzerinden bile 3 yıl geçmiş. Ne kadar hızlı akıyor zaman. Dileklerimiz tutmadı ne yazık ki. Ondan sonra da pek çok değerli gazeteci yaşamını kaybetti kanlı katiller eliyle.



"Çetin Emeç'in gazete yazılarından bir demet oluştururken onun sesini en iyi yansıtacak örnekleri bulmaya çalıştım" diyor Haluk Şahin.



CD'yi kaçıncı dinleyişim. Ölümü kabullenmek zordur hele bir cinayeti kabullenmek daha da zor olanı.Hele çocukların kabullenmesi daha da zor. Burada hukukun ne kadar önemli olduğu bir kez daha çarpıyor yüzümüze...



Çetin Emeç'ten seçilmiş makaleleri okuyorum tek tek. Teröre karşı direniş, din istismarcılarına karşı meydan okuma, temiz toplum ve erdemli siyaset özlemi olarak belirtmiş Haluk Şahin Emeç'in ömür boyu yürekten savunduğu fikirleri.



Çetin Emeç 1935 yılında İstanbul'da doğmuş. Galatasaray Lisesi, ardından İ.Ü.Hukuk Fakültesi. Gazeteciliğe çekirdekten başlıyor, babası Ragıp Emeç'in Son Posta Gazetesinde. Babası son derce prensipleri olan bir kişi ve Emeç'e de oğlu gibi değil bir çalışanı gibi davranıyor. 1972 yılına kadar hayat ve ses dergilerinde yazı işleri müdürlüğü yapıyor. 1972 de Hürgün yayınlarının genel yönetmenliği ve Hürriyet gazetesinin genel yayın müdürlüğü ardından Milliyet gazetesi genel yönetmeni, 1986 da koordinatör olarak Hürriyet'e geçiş. Öldürüldüğü tarihte 7 Mart 1990 da Hürriyet gazetesi yönetim kurulu üyesi, yazarı ve otuzsekiz yıllık gazeteci.



Fotoğraflarına bakıyorum. Güler yüzlü ve yakışıklı bir genç adam. Öldürüldüğünde kırkında bile değilmiş gibi görünüyor. Mutlu bir ailesi, saygılı çocukları güzel bir eşi var. Güzel ortamlarda yaşamış. Sanki hiç yaşlanmadan gönüllerde genç resmini bırakıp gidenlerden.



Çok ilginç gözlemlerini yansıtmış köşe yazılarında. Zamanında okumuş olsam bile, yıllar sonra seçme makalelerinde dikkatimi çeken bu oldu. Körü körüne bir partiye ya da düşünceye bağlılık yok. Mantık sınırını aşan olaylar karşısında hep akılcı bir tavır koyuyor. Örneğin "beşikten mezara kadar politikacı olarak tanıdığı babasını 1950 yılında politikaya atılmış görünce ruh depremi geçirdiğini" söylüyor.



" Daha sonra burunlarından kıl aldırtmayacak olan bir Bayar ile bir Menderes'in gidip gelip mütevazi son posta matbaasının kapısını aşındırdıklarını nereden bileyim?" diye anlatıyor.Politikacının komitacı olanından korkmak gerektiğini anlatması da ilginç.



"1950 'de son posta'ya bazı bazı iskemle atıp çöreklenen Bayar,1960'da lutf etmiş, bir omuzdaşın desteğini almadanadım atamayan babama İstanbul'un şale Köşkünde randevu vermişti. Ben de gitmiştim babamın koltuk değneği olarak. Komitacının politikacı olanından korkmak gerektiğini de o gün öğrenecektim. Babamı çaresizliğin süsrüklediği istifa kararından caydırmayı nasıl da başarmıştı! Hem de kuyu dibinden geliyormuşçasına boğuk, insancıl bir ısının sıfır derecesini bile taşımayan ürkütücü sesiyle.." Daha sonra bu ricanın Yassıada ve Kayseri'ye çıkarılmış bir davetiye olduğunu anlar Emeç.



"Cuma" başlıklı ve ölümünden yaklaşık birbuçuk ay önce yazdığı 19 Ocak 1990 tarihli makalesi ise adım başında nerdeyse iki cami yükselen İstanbul'da, her Cuma bir kara azgınlığın sahne aldığını yazıyor. Ayasofya aşını pişirip pişirip önümüze konduğundan bahisle.



Bundan 18 yıl önce türban dayatmaları bu kadar yüzeye çıkmamıştı. Camiler boş dururken metrolarda, sokalarda alışveriş merkezlerinde yapılan gösterileri görseydi neler yazardı Emeç acaba? Ama o önceden görebilenlerdenmiş.



Aynı makalede soruyor. "Laiklik nereye? " diye.



"Kadını orasından burasından örtünmeye zorlamakla, gelişmesini de durduracaklar...Hepsi bu hesaptalar..."

Bugün barbar bağırdığımız ve kadının örtünmesini isteyen, kadından çok erkeklerdir savını 18 yıl önce dile getirmesi az şey mi?



" Sıra türban, çarşaf sömürüsüne gelince karşı cinsi, başının örtüsünden tırnak ucuna kadar savunuyorlar."



Makalenin son cümlesi ise bugün çok daha anlamlı geldi bana. Bilmem ki sizler ne diyeceksiniz?



" Tanrı, laik Türkiye Cumhuriyet'ine hep böyle kara düşmanlar nasip ediyor ya, şükredelim...Maazallah! Aksi de olabilirdi. "

Aksi oldu mu acaba, ne dersiniz?





"Yıldızın Ölümü" başlıklı makalesi de çok ilgiç.



"Yıldızlar ölmez ama geçtiğimiz hafta içinde , bağrından taşan ateşi giderek kararmaya yüz tutmuş bir yıldız sönüverdi " cümlesiyle başlamış Le Monde'nın kurucusu Hubert Beuve Mery den bahsederken. Müstear adı Sirius olan bu gaztecinin dillerde dolaşan önemli cümlelerini de alıntılamış.



Mutlaka gerçeği söylemeli, bir bedeli olsa da.



Kitapla ilgili bir hatırlatma yapıp aramızdan ayrılışının 18. yılında Çetin Emeç'i anmak istedik.Işıklar içinde yatsın.



Biz de beğendik bu söylemi Sirius'un sözcüklerini. Bir ekleme yapalım. Heryerde, herzaman...



Mutlaka gerçeği söylemeli, bir bedeli olsa da. Heryerde herzaman...





* Genel Yayın Yönetmeni Çetin Emeç ( 1935 - 1990 )



Mehveş Emeç - Yavuz Bingöl "Reverie - Uzçak Bir Rüya " Cd'si için

Doğan Kitapçılık / İnceleme Araştırma Dizisi





**Söz-Müzik: Mehveş Emeç



Solist: Yavuz Bingöl

Piyano: Mehveş Emeç

Computer Programming: Orhan Şallıel

CRR Senfoni Orkestrası ve Korosu

Kayıt: MlAM, 18 mart 2005 (solist ve piyano)

Mix: Reuben de Lautour

Mastering: Pieter Snapper

DMC (Doğan Music Company)

Kaynak:
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=97078

Etiketler: , , , , , , , ,

Meraklı Zihinler muhteşem bir kitap, neden mi?



"Doğu Afrika'da geçen çocukluğumun beni genel olarak doğal tarihe, özel olarak da insan evrimine yönelttiğini keşke söyleyebilsem. Ama öyle olmadı ben bilime sonradan girdim. Kitaplar aracılığıyla."




Yukardaki paragrafı , Popüler Bilim Kitaplığından yayınlanan, editörlüğünü John Brockman ' ın yaptığı Meraklı Zihinler adlı TÜBİTAK popüler bilim kitabından alıntıladım. Kitap Ülker İnce tarafından çevrilmiş dilimize.



Alıntıladığım denemenin yazarı ise son günlerde Türkiye'den İnternet sitesine girmeye çalışıldığında " Mahkeme kararı ile erişim engellenmiştir" yazısı ile karşılaşılan bilim adamı Richard Dawkins.



Dawkins'in sitesinin yasaklanmasını "Kırmızı kırmızı harfler var artık" başlıklı bloğumuzla duyurmuştuk.



http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=132950



Şimdi de kitabın editörü John Brockman' a kulak verelim:



"2002'de Noel günü, Santa Fe'de öğleden sonranın büyük bölümünü Murray Gell-Mann -Nobel ödüllü fizik profesörü- ile birlikte geçirdik, uzun uzun, dereden tepeden konuştuk, onun çocukluğundan söz ettik. Bu kitabı ilk o zaman düşünmeye başladım."



Bir kitap projesine esin veren kaynağın çocukluk anılarından çıkması güzel bir olay.



Kitabın tam konusu ise bir akşam yemeği sohbetinde belirleniyor. Evrim biyolojisi, yapay zeka, bilişsel bilim, nöroloji bilimi , müzik algısı gibi konuların konuşulduğu ve Brockman'ın "bundan daha iyi bir sofra sohbeti olamaz "diye düşündüğü bir akşam sohbeti.



Konuşmacılar bilim adamları ve içlerinden birisi, Dan Dennet'e dönüp:



"Bu konuları ne zaman düşünmeye başladığını hatırlayabiliyor musun?" diye soruyor.



"Kaç yaşındaydın? Düşüncelere tutku duymaya ne zaman başladın?"



Dan yanıtında 6 yaşındayken bir yetişkinin kendisine söylediği şeyi aktarıyor.



O yetişkin Dan'a: " Bu kadar ilginç sorular sorduğuna göre, sen bir filozof ol." demiş.



Oradaki diğer bilim adamları da hatırlayabildiklerini anlatıyorlar.



Söyler misiniz acaba altı yaşındayken kaçımız, bu tür güzel yanıtlarla özgüven kazandık? Ailelerimiz ne kadar sevse de çocuklarını, çok fazla soru sorulmasından pek hoşlanmazlar. Bir de cız bız aman da dokunma kırarsınlar bozarsınlar... Hele günümüzde, kaygan zeminli küresel ekonomi koşullarında, evinde bile işini düşünen insanımız, tek çareyi televizyon karşısında yığılıp, sözümona kafa dinlemede bulur.



Zaten işten eve yorgun argın dönmüşlerdir ve bütün gün iş yerinde kafa patlatmış ya da laf anlatmaya çalışmışlardır. Onlara göre öğrenme yeri okuldur. Oysa çocuklar henüz okula başlamadan çok önce, geleceklerini belirleyen alışkanlıkları kazanıp kırılma noktaları yaşayabilirler.



"...Çocuk olarak hepsinde ortak olan şey, MERAK, ARAŞTIRICILIK ve ister çok özel , ister çok genel anlamda DERİN BİR ÖĞRENME TUTKUSU idi." diye anlatıyor kitabın editörü Brockmann.



"Kitapta 27 deneme yer alıyor. Bunlardan bazıları dünyanın önde gelen üçüncü-kültür bilim adamları. Yani bir zamanlar fen ile sosyal bilimler arasında var olan o büyük uçurumu yazılarında kapatan, halkın tanıdığı entelektüeller tarafından yazılmış denemeler."



Burada aktarmaya son verip nerede durduğumuza bakalım biraz daha.



Dünyanın ilgi ile okuduğu ve tartıştığı web siteleri tehlikeli görülüp kapatılabiliyor, kitaplar tehlikeli görülüp yasaklanabiliyor, yazarlar sakıncalı görünüp tutuklanıyor. Olağandır her ülkede oluyor demeyin.



Ya küçücük çocuklar dağ başındaki denetimsiz binalarda ve ne olduğu ne aşılandığı bile tam olarak bilinmeyen izinsiz kursların kamplarında papağana çevrilerek mi öğrenecekler bilimsel düşünceyi?



Bilimsel düşünceyi bırakın düşünmeyi sadece düşünmeyi öğrenebilecekler mi? Eğitimsiz kişilerden yanıt alabilecekler mi? Aldıkları yanıt öğrenme tutkularını coşturacak mı yoksa dogmalarla mı bastıracak ?



Bilimsel düşünce, öncelikle tutku ile öğrenme isteği ile başlar. Çocuğun bu tutkulu sorularının yanıtını alması gerekir. Çocuğun o tutkusunun, denetimsiz cahil ellerde, gerçekten dinlerin değil uygarlık düşmanlığının öğretildiği kurslarda, nasıl bastırıldığı ve sırası ile korku ve saldırganlığa dönüştürüldüğünü de görelim artık.



Sanırım bunu görmenin en iyi yolu da başka yaşamlarda bilimin, sorgulamanın nasıl doğup, nasıl filizlendiğini görmekten, öğrenmekten kaynaklanıyor. Çünkü bizleri yaşamboyu eğitmesi ve çıtayı yükseltmesi gereken diğer kaynaklar örneğin televizyon yayınları sadece reyting amaçlı ve tüketim ekonomisine özendiren- ne yazık ki kitap tüketimi yok- programların çoğunlukta olduğu bir cangıla dönüşmüş durumda.



Bir de ille bilim insanı olsunlar demiyorum ama çocukluktaki merakın ve tutkulu öğrenme isteğinin karşılanması mutlu bireyler yetişmesine de neden olacaktır. Karar verme ve düşünme yetisi gelişmiş bir genç , kendi ayakları üzerinde daha rahat durur.



Bu kitap, Meraklı Zihinler, okurken verdiği hoş duyguların yanı sıra, eğitimcilerin ve yetişkinlerin çocuklara olan davranışlarını da değiştirip düzenleme konusunda uyarıcı olabilir. Genç okurlara da iyi bir rehber olacağına inanıyorum.



Hepinize iyi okumalar...



How a Child Becomes a Scientist - 2004



MERAKLI ZİHİNLER



Editör: John Brockman

TÜBİTAK POPÜLER BİLİM KİTAPLIĞI 237

çeviren : Ülker İnce

20/ 9 / 2008 de MB de yayımlanmıştır.
http://blog.milliyet.com.tr/Blogum.aspx?BlogNo=133279

Etiketler: , , , , , ,

Kitaplar Öyküler Etkinlikler: Kars'ın solan rengi Molokanlar kardeş şehir Minara Vodi 'de

Kitaplar Öyküler Etkinlikler: Kars'ın solan rengi Molokanlar kardeş şehir Minara Vodi 'de

Kitaplar Öyküler Etkinlikler: Kars'ın solan rengi Molokanlar kardeş şehir Minara Vodi 'de

Kars'ın solan rengi Molokanlar kardeş şehir Minara Vodi 'de


Pırıl pırıl bir Ekim sabahı başladık Kars turumuza. Güzelim ağaçlar limon sarısına bürünmüş. Güzel bir gün ve güneş neredeyse yakıyor. Karslılar ceketleri ve tiril tiril gömlekleri ile güz güneşinin keyfini çıkarıyor sanki, yürürken bile. Temiz, mis gibi havayı soluyarak kanatlanıyoruz sokaklarında Kars'ın, biz de...


Dört zarif genç kız heykelinin, canlıymışçasına şenlendirdiği fıskiyeli havuzun yanından geçip, güzel bir konağın girişindeki tabelaya yapışmış yaprakları anıştıran altın sarısı sözcükleri okuyoruz.



"Gazi Ahmet Muhtar Paşa Konağı Müze ve Güzel Sanatlar Galerisi" İçerdeki Molokanlarla ilgili fotoğraf sergisini gezeceğiz.



Yıldırım Öztürkkan ve Vedat Akçayöz, onca emek ve çalışmalarının ürünü olan serginin kapısında karşılıyorlar konukları gülen gözlerle. Broşür filan derken birdenbire kırkyıllık tanışlar oluveriyoruz. Kars insanı böylesi içten ve nazik.



(Molokanlar'a dair bu ilginç sergi Kars' dan sonra İstabul'da 2 Kasım akşamına kadar Tophane Tütün Deposu galerisinde de sergilendi ve Kafkas Festivali sırasında Kars ile "Kardeş Kent" olan Rusya'nın Minara Voli kentinde de izleyicileriyle buluşmak üzere yola çıkıyor bugünlerde.



Yine söyleşi sırasında belki de yoğun konuk akınından olsa gerek Vedat Beyin açıklama fırsatı bulamadığı ancak projesi ve finansı kendisne ait olan, Kars'ın Solan Rengi :Molokanlar adlı belgeselinin de söyleşimizden sonra Ekim ortalarında Safranbolu'da yapılan 9. Uluslarası Altın Safran Belgesel Film Festivalinde profesyonel belgesel dalında birincilik ödülünü aldığını bir araştırma sırasında Karshaber internet gazetesinden öğreniyoruz rastlantıyla. )

.

Serginin mimarları, Yıldırım Öztürkkan fotoğraçı ve Vedat Akçayöz ise araştırmacı yazar, belgeselci. Durur muyum hemen sorular sormaya başlıyorum.



Bu sergi hangi fikirden esin aldı diyelim?



Vedat Bey :

Anadolu çok kültürlü bir ortam. İnkar etsek de etmesek de bu bir zenginliktir. Çok kültürlülüğün bir ayrımcılık değil de bir zenginlik olduğunu ön planda tutarak o varsayımdan hareket etmekle, kültürlerin zenginliğinin bizim asıl zenginliğini doğuracağına inanarak bu yola çıktık. Arkadaşımla beraber tümü ile araştırma, Kars'ın var olan değerleri, tabulaşmış değerlerini, ön plana çıkardık. Bunlar nelerdi mesela?. Bir Sarıkamış Birgör Sönmez ile bayraklaşmış ama o çorbanın içinde bizim acizane tuzumuz var. Cenubu Garbi Kafkas Cumhuriyeti Anadolu'da kurulan ilk cumhuriyet, bu bölgede kuruluyor. Tabuları yıkarak bu noktaya geldik.



Tarihini soruyorum Vedat Bey'e.



Vedat Bey: 5 kasım 1918. O süreç başlıyor. 6 aylık bir süreç içersinde kuruluyor ve yıkılıyor.



Yıldırım Bey:İşgalden çıkmışız ve arada bir boşluk var. Osmanlı yıkılmak üzere. Karşısında o anda hiç kimse yok ve Rusya buraya hakim olmak istiyor. İşte o zaman Cenubi Garbi Kafkas Cumhuriyeti ilk temellerini 5 Ocak 1918 de atmış oluyor.



Bunlar tarih kitaplarında detaylı olarak yok sanırım? diyorum



Vedat Bey: Genel Kurmay arşivlerinde var. Resmi devlet politikasında yani gündemde olan tarihimizde yok. Biz onları (ortaya) çıkardık. Fakat Kültür Bakanlığının desteğini gördük. Onlar geldiler. Cenubi Garbi Kafkas Cumhuriyeti ile ilgili belgesel hazırladılar. Bakanlık arşivlerinde var. Bu çorbada da tuzumuz olduğu için biz çok memnunuz.



İki çift gözde de o memnuniyeti görüyorum ve soruyorum:



Ne zaman yapıldı bu bahsettiğiniz belgesel Cenubi Garbi Kafkas Belgeseli ?



Vedat Bey: Geçen sene yapıldı. Şimdi tabyalar üzerinde çalışmaktayız. Türkiye'nin en büyük tabyaları Kars tabyaları. Çanakkale'nin iki katından daha fazla. Çanakkale'deki tabyalar ağaç kütükleri üzerine yapılan tabya sanat eserleri. Burdakiler taş işçiliği ile ilgili. 46 adet tabyamız var. Şimdi onları gündeme oturtmaya çalışıyoruz. Bu da bir tabuydu. Tabudan da kurtarıyoruz. Çorbada yine tuzumuz olduğu için çok memnunuz. Bu tür işlerde son çalışmamız Molokanlar. Molokanlar Kars'da yaşayan etnik bir gurup idiler. 1877'de Kars bölgesine zorla getirildiler. 1921 yılında geri gönderildiler. Kalan 1500 kadar olan kısmı da 61, 62 yıllarında gönderildi.



Gönderildiler demek? diye soruyorum.



Vedat Bey hemen açıklama getiriyor: 61- 62 dekiler kendi istekleri ile gittiler.1921' dekiler gönderildi.



Kuyucuk köyünde de bir zamanlar yaşamış olan Molokanlar "süt içer" anlamına geliyor muş değil mi?



Vedat Bey: Evet, Molok demek "süt içmek" demek. Dinsel ritüellerinde hergün süt içmeyi öngörüyorlar ve kendi Ortodoks mezhepleri içinde ayrımcılığa düşüyorlar. O, başlarına çok büyük işler açıyor.



Bir süt onca dert sarmış demek?



Vedat Bey: Dünyanın dört bir tarafına sürülüyorlar. Ama her gittikleri yerlere güzellik götürüyorlar. Ateşin barutun olduğu, bu dünyamıza insan haklarını, dostluğu, kardeşliği, Tanrı beni yarattıysa ben Tanrı'nın yarattığı kulu öldürmem diyen bir felsefeyi, çevre dostluğunu her gittiği yere yeşili götüren, her toplumla uyum içinde yaşıyan bir topluluk Molokanlar. Bugün İstavrapol bölgesinde Türkçe konuşan Kars bölgesinden 61-62 yılında giden Molokanların peşlerine düştük. Onların izlerini sürdük. Gittik onları mekanlarında bulduk. Anılarını topladık. Fotoğraflarını çektik. Geldik burada onları da sergiliyoruz.Profesyonel ortamda Belgeselini de hazırladık ve o da önümüzdeki günlerde Türkiye kamuoyuna duyurulacak. Şu an fotoğraf sergisi ile burda başladık. Önümüzdeki aylarda Ankara ve İstanbul'da yapacağız sergiyi.



Molokanlar sergisini kitaplaştırabilirsiniz değil mi?



Vedat Bey: Kitaplaştırma süreci de 6 ay içersinde. Zaten o format hazırlandı.



Tebrik ediyorum.



Zaten o gururla yaşıyoruz diyor Vedat Bey.



Çok güzel bir çalışma. ama yani başka bir çalışma da olabilirdi öncelikli olarak. demek ki Kars kültürüne çok etkisi var Molokanların?



Vedat Bey: Çok etkisi var. Sokaktaki insana sorarsanız, röportaj yaparsanız , herhangi bir yaşlı insana sorun genelde yaşlılar bilir bunu. İnsanlar hakkında Molokanlar hakkında ne düşünüyorsunuz diye sorarsanız, hep olumlu cevap alacağınızdan eminiz. Böyle bir uyumcul insan topluluğu. Evlerinde hamamları olan, yüzyıl öncesinden bahsediyoruz, Fin Hamamları yani taşa suyu döküp buharlaştıran, evlerinde gülbahçeleri, saçtan çatıları olan kültürü çok yüksek, tarımsal son sistem aletleri kullanan bir topluluktu, güzel bir topluluktu. Şimdi onlar gittiler. Amacımız onlardan buraya bir rüzgar getirmekti. Onu da başardık sanırım.



Gerçekten o rüzgarı hissedebildim orada ve taa İstanbul'a kadar da sürükledim kendimle beraber.Öyle de bir merak sardı ki beni Puşkin'den başlayarak Kafkasya üzerinden Kars civarına gelmiş tüm gezginlerin seyahatnamelerini araştırıp okumaya başlayacağımı nereden bilebilirdim o dakikada. Okudukça aklım karıştı desem yeridir. Gürcüler, Çeçenler, Dağıstanlılar, Tatarlar, Lazgiler, Avarlar, Osetler, inguşlar, Abhazlar, Hat Tatarları, Don Tatarları....



Başarmışsınız dedim...başarmışlardı gerçekten!



Yıldırım Bey.

Demin Vedat Bey söyledi. Herhangi bir sıraya koymadık ama bizim Kars'da açacağımız sergi miktarı epeyce fazla. Biz aslında yetişemiyoruz. Sadece işimiz bu değil. Biz hepimiz esnafız.



Yıldırım Beyin fotoğraf işiyle, Vedat Akçaöz Bey'in de inşaat malzemeleri satışı ile uğraştığını öğreniyoruz.İkinci bir söyleşi olabilecek diğer projelerinden de bahsediyor Yıldırım Bey.



Yıldırım Bey: Bakın tabyalardan bahsetti Vedat Bey arkadaşımız. Tabyalar, 1855 savunmasında Türkiye'nin yani Kars'ın ve Osmanlının kaderini belirleyen yapılardır. 155 senedir inanır mısınız kimse ne elini sürmüş ne yazılı bir kaynak, belge bir şey yok. Biz Vedat Bey ile birlikte, özellikle son iki yıldır bayağı vur ha vur çalışıyoruz. 46 tabya az değil. Enini ölçüyoruz, boyunu ölçüyoruz, krokisini çıkarıyoruz, Bunun peşinden Ani Harabeleri var hemen şurada 41 km zaten bu dünya literatüründe her zaman göze çarpan bir olay. Biz peşinden de Ani'nin görünmeyen bilinmeyen yüzünü sergilemeyi düşünüyoruz. Bir diğer fotoğraf çalışmamız, Ebul Hasan Harakani Kars' ta Evliya camiinin az ilerisinde yatmakta. 1033 yıllarında Kars'a gelmiş ilk Türk akınları ile daha doğrusu 1021 de gelmişler 1033'de buraya hakim duruma gelmişler, 1037'de şehit olmuş. Onun felsefesinde şu var: "Kim ki bu dergaha gelirse ekmeğini veriniz inancını sormayınız zira Allah katında, ruh taşıyan herkes Ebul Hasan sofrasında ekmeğe layıktır." Bu da Mevlana hazretleri de "Gel kim olursan ol, yine gel!" aşağı yukarı bu iki doktrin de aynı. Bu felsefe ile Ebul Hasan Harakani de burada başlıbaşına bir ekol. Şehrimizin bir medarı iftiharı ve şehrimizin tanıtımında bayağı bir katkısı olan bir evliya ulaktır. Konya'da bir Mevlana hazretleri nasıl tanınıyorsa, Ebul Hasan Harakani de o derece kıymetli bir zatı muhteremdir. İşte onu da fotoğrafları, camisi, külliyesi, etrafında kurduğu sistem hepsini fotoğraflamaya çalışıyoruz ve onlarla ilgili bir sergi düşünüyoruz. Arşivlerde fotoğraflar duruyor. Peyder pey. Karar vereceğiz iki ay sonra Tabyalar çalışılacak diyelimki. iki ay sonra. Elimizde tabyalarla ilgili mevcut on bine yakın çekilmiş fotoğraf var. Biz onun içinden bir elli yüz tane çıkarıp en göz alıcı en iyi şekilde ifade edebilen resimleri sergi olarak düşünüyoruz. Peşinden de Anı'yı. Anı başlıbaşına gizemli bir şehirdir. .Öyle sizin gibi üstünkörü gelip birkaç saat gezip gitmenizle , Anı'yı zaten tanıyamazsınız. Buranın insanı olduğumuz için biz her an gidebiliriz. Mesela biz bayramın ikinci günü Vedat Beyle gittik. Ağrı Dağı Anı Harabelerinin arkasındaydı. Ağrı Dağı ile beraber aldık. Ağrı dağı yazın ortasında bile görüntü vermeyen bir dağ. Oysa Anı Harabelerinin arkasında devasa bir şekilde duruyor. Ama siz İstanbul'dan gelene kadar onu çoktan bulutlar kapatır gider. Bu bölgenin insanı eğer işi biliyorsa fotoğrafa biraz daha yatkındır bana göre

.

Önem vermesi de gerekiyor değil mi? Peki tabyalarla ilgili bir şey soracağım. Tabyalar kalenin olduğu o tepenin altında değil mi çoğu?



Yıldırım Bey:Tabyaları ben kısaca arz edeyim. Sadece Kale ile değil. Tabyalar çepeçevre çeviriyor. Kale bu tabyaların tam ortasında. Esasında son noktadır kale. Tabyalar o kalenin etrafında sağ ve sola doğru yüzer iki yüzer belki de beşer altiyüzer veya bin binbeşyüz metre sağlısollu yayılmıştır. Son derece muhteşem yapılardır.Toprak altında ve betondan. Yani şimdi Arap tabya var, şu anda size samimi söylüyorum, kapaklarını kapatınız penceresini kapısını atom bombasını üzerine bırakınız içeriye etki etmez. O derece sağlam yapılar demek diyorum.



(Ne yazık ki tabyaları gezma şansımız olmadı.)



Yıldırım Bey: Evet yer altında 36 basamak aşağı iniyorsunuz. 1848'de başlanıp 1853 yılında 5 yılda tamamlanmış. Aşağı yukarı 10 12 bin asker içinde barındıracak muhtevada bir tabya. Buna benzer bir tabya daha var. Karadağ Tabya, Yerli Tabya, Çifte Göğüs Tabya, Kanlı Tabya, Tağmaz Tabya, Kozluk Tabya, Hafızpaşa Tabya... yani tabyalarımız çok. Büyük bir kısmı askeriyenin içersinde ki bu sevindirici bir olay. Askeriye sahiplenmiş. Koruyor. Eğer dışarda kalmış olsaydı o tabyalardan çoğu dışarda hayatta olmazdı. Dışardakiler de mükemmelliği sayesinde ayakta duruyor. Çünkü ne sökülmeye sökülür ne yıkılmaya yıkılır yapmışlar, üzerine toprağı vermişler. . Üzerinde 3 ila 4 metre toprak var. Ancak vatandaş kapısını penceresini sökmüştür. Beton binayı söküp ne yapacak? Böyle devasa yapılardır. Kars'ın savunmasında çok büyük emekleri olan tabyalardır. İşte bunlar 155 yıldır kaleme alınmamış çizilmemiş yapılmamış. Biz bunları gündeme getirerek, bir boyut kazanmasını istiyoruz. Başka bir amacımız yok.



Hazır birazdan Kültür ve Turizm Bakanı da sergiye geliyorken, " koruma kurulları bu tabyaları korumaya alsa" gibi bir öneri yapmayı düşünür müydünüz diye soruyorum.Aslında aklımdaki soruyu soramadım. İstanbuldaki gibi rant olsa, o tabyaların üzerinde çoktan dev binalar yükselirdi ama tehlike uzakta gibi görünüyor bu yüksek yaylalar kentinde. Ses etmiyorum.



Yıldırım Bey:İmkan bulursak biz bu konuyu Bakan Bey'e arz edeceğiz. Özel talebimiz olacak tabii. Şahsi bir talep.



Ama yine de toplum adına bir talep bu. diyorum. Kendiniz için istemiyorsunuz.



Yıldırım Bey: Şöyle diyeceğiz. Bunun bilinmemesinin sebebi biraz da Kars' dan kaynaklanıyor. Biz tanıtmamışız. Eğer zamanında tanıtılmış olsaydı veya yıllar önce bunlar koruma kurulları tarafından tescil edilmiş olsaydı daha önemli pozisyonlara gelinirdi. Ama tescillenmediği için, böyle boynu bükük kaldılar bu eserlerimiz.



Amacınız Kars' a biraz yararı da olması.değil mi?



Yıldırım Bey:Biliyorsunuz turizm bacasız sanayidir. İki tane taş köprü var. Osmanlı mimarisinin en bariz örneklerindendir. Kars kalemiz var. Tabyalar var. Anı Harabeleri var. Tabiat güzellikleri var. Burası her yeriyle turizm potansiyeli. 1890 yılında Rusların Baltık Mimari dediğimiz tarzda yapılmış binalar var burada, ızgara planlıdır ve uçaktan baksanız böyle kare kare görürsünüz.Bu Baltık mimari de korunuyor şu anda. gerek Kültür Müdürlüğü gerek turizm müdürlüğü.Koruma kurulları ve Belediye tarafından tescil edildiği ve korumaya alındığı için, tahmin ediyorum bundan sonra kolay kolay tahrip edilmezler..





Umarım diyorum.



Yıldırım Bey:Yok kesin konuşuyoruz. Çünkü koruma altına alınmış şeye kasti bir şey yapılmadıktan sonra bir herhangi bir şey olmaz değil mi? .



İnşallah diyelim. Peki sizin Molokanlarla ilgili anlatacağınız, ekleyeceğiniz bir şeyler var mı?



Yıldırım Bey: Molokanlar şehrimizin zenginliği idi. Biz son dönemlerine yetiştik. Çünkü bizim çocukluk dönemlerimizde şehrimizde görmemize rağmen, son bir kaç aile ile biz tanıştık. Fazla haşır neşir olamadık. fakat bıraktığı zirai aletler, değirmenler hala günümüzde mevcut olduğu için ve çalışkanlıkları, dürüstlükleri yaptığı tarımsal reformları dedelerimiz ninelerimiz anlata anlata bugüne geldik. Biz onları o şekilde tanıdık. Yoksa 1921 ve 1962 yılındaki göçlerle zaten fazla vakıf olamadık biz o Molokanlara. Ama dedelerimizn nenelerimizin anlattığı kadarıyla...



Sergiyi geziyoruz. Malakanlar temiz yüzlü, sağlıklı ve oldukça iri yapılı kişiler olarak görünüyor fotoğraflarda. Erkekleri uzun sakallı. Dinlerine çok bağlı. Değişik ritülleri olan bir topluluk. Sigara ve içki yok. Kan dökmek ise en büyük günah imiş.



Yıldırım Bey bir fotoğrafı işaret ederek: Mesela bakın şuradaki kendi halinde dürüst bir adamdı. Değirmenci Vaso diye. Onu gezmeye götürdük. O da bizimle geldi. Böyle hatıra fotoğrafı çektik. Ama yazın kaybettik. Allah rahmet eylesin diyor .



Başka konuklarla ilgilenmek durumunda kalan Vedat Bey de katılıyor söyleşimize yeniden.



Mezar taşlarından biri de ablasının mezarı diyor Vedat Bey, değirmenci Vaso'nun önünde durduğu taşlardan birini kast ederek.



Mezarların yerini soruyorum, Rusya'da mı diye. Kafam karışıyor, seyahate gittik deyince.



Yok burada Çakmak'ta diyor Yıldırım Bey, Şöyle 10 kilometrelik bir yer.

Amaçlarımızdan bir de bu mezarların tahrip olmuş Molokan mezarlarının restore edilmesi diyor Vedat Bey



Mezarların çoğu yıkılmış ve yan yatmış durumdadır diye gözlemlerini ekliyor fotoğrafçı Yıldırım Bey,

Üzerindeki de Kiril afbesiyle yazılmış görülüyor.



Vedat Beyden Kültür Bakanlığının bu konuya da eğildiğini ve mezarlıkların düzeltilme çalışmalarının başlatılacağını duyuyoruz son olarak. Bu 2008 Kasım patentli bir haber! Bu da özellikle yakınlarının mezarları için kaygı duyan onlarca Molokan'ın duyduklarında son derece mutlu olacakları bir haber aynı zamanda.



Sordunuz mu yeni jenerasyona, buralara Kars'a gelmek istermisiniz? diyorum



Yıldırım Bey: Hala burunlarında tütmekte.Buralar kolay kolay unutulamaz. Ata, dede uzantıları. Onlar 1877'de Rusya'daki ikinci kuşak. Gelecek yeni nesil olur. Ama yeni nesil de bana göre malesef Türkiye'yi bilmiyor. eski nesilden 75 80 yaşından aşağı adam bulamazsınız ama bulsak, onlar da elbette gelelim orada ölelim derler. Başka bir alternatif olamaz.



Peki bizim bu Türkler içinde Rusça bilenler , onlarla kaynaşanlar yaşlılarımız var mı?



Yıldırım Bey . O nesli kaybettik. O nesil yok artık! Varsa tek tük, belki parmakların sayısı kadardır ama çünkü az bir zaman değil.Çünkü 1921' i düşünün! Hatta, 1960 deseniz en kötü ihtimalle aradan geçmiş 45 sene. Rusça bilenler de Ermenice bilenler de gitti. Öğretmediler, zaruret doğmadı. Niye öğretsinler ki? Öyle kaldı. Şimdi tek tük o da ileri derecede değil de bazı ihtiyaçlarını görecek kadar belki Rusça bilenler vardır. Mükemmel derecede Rusça konuşan olduğunu tahmin etmiyorum.



Vedat Bey: Neokomski, o bölgede yaşıyorlar, hepsi Türkçe konuşuyor. Manileri, şarkıları, bizim unuttuğumuz bir sürü tekerlemeleri onlardan duyup kayda aldık... Çok ilginçtir. Buraya özlemle yad ediyorlar, gelmek istiyorlar, fakat parasal problemleri var. Bir tek arzuları var. Buradaki tahrip olmuş ata mezarlarının restore edilmesi. Onu istiyorlar. Etnik bir grup ama dünyanın unuttuğu bir çok erdemleri bünyesinde taşıyan bir grup. Çevre dostu, yeşili seven, insan öldürmeyen..



"Buradan gitmeler... öyle mi? " diye soruyor sergiyi gezenlerden konuklardan biri " yani Gagavuz Türkleri gibi değil?" diyor.



Vedat Bey :Yok. Onlar 1877 de zorla getirildiler Çar bu tarafa sürdü onları. Bu bölgede 1921 yılına kadar yaşadılar. O ateş anında barışı koruyan etkinlikleri vardı diye yanıtlıyor Vedat Bey.



Sergiyi birlikte gezmeye devam ediyoruz. Masa üzerinde yığılı banknotların olduğu fotoğraf ilgimi çekiyor.



"Zorunlu askere giden Antonyo Samarin. Zorunlu askere gidiyor. Kendi isteği ile değil. Onun için Sabranya'da dini ritüel yapılıyor. Onlara para toplanıyor. Hayrat yemeği veriliyor." diye açıklıyor Vedat Bey.



Fotoğrafa bakıyorum. Bir görmelisiniz, Kızlar askere gidecek gence yardım için kolları nasıl sıvamışlar. Sanırım en güzel giysileri ile et tahtasının başına geçmiş, yemekte verilecek eti parçalıyor bir genç kız. Sözlüsü mü acaba askere gidecek olan gencin? Bunları sormayı unuttum.



Hayrat yemeği veriliyormuş o para ile. Onlar da işte o askerin salimen gidip salimen dönmesi için Tanrı'ya dua ediyormuş. Sabranya'daki ritüel buymuş.



"Bu, günümüzde de yaşanan bir ritüel demek" diyorum. Fotoğraftaki gençler günümüzdeki gençleri andırıyor çünkü.



Vedat Bey: Tabii diyor. Bundan 6 ay önce, Orada çekilen bir fotoğraf. Canlı.



Onlar orada da barış yanlısı oldukları halde ... gerçi askere gitmek de savaş yanlısı olmak anlamına gelmiyor ama...diyorum.



"Zorunlu" diyor Vedat Bey. " Ben bunu özellikle belirtiyorum." diye ekliyor.



Molokanların yaşantısında bizlere göre farklı olanlar neler, örneğin nasıl bir toplumsal yapı? diye soruyorum.



Vedat Bey:Kapalı bir toplum. Din ağırlıklı. Bütün problemleri kendi içinde çözebilen bir yapıları var. Mesela Rusya'da iki kardeş birbiri ile kavga ediyor birbirini yaralıyorlar. Olayı kendi içinde çözümlemeye gidiyorlar. Yani resmi makama vermiyorlar. Kendi içinde çözülüyor.



Acaba küçük topluluklar değil de büyük kalabalık olsalardı devam ettirebilirler miydi bu tarzı? gibi sorular şimdi konuşmaları çözerken geliyor usuma.



Geleneksel yoldan demekki diyorum.



Vedat Bey:Evet, geleneksel yoldan çözülüyor. ama çok daha ağır bir olay olduğunda bir ölüm olduğunda, tabii o farklı bir şey!



Tabii dileğimiz toplularda ne kendi ne de resmi makamların çözeceği olayların yaşanmaması gibi uzak bir ütopya.. . Sorunsuz, mutlu, huzurlu bir toplumda yemyeşil bir doğanın içinde yaşıyor olma hayali öyle çekici geliyor ki...



Erkeleri hep sakallı, iri yapılı. Kadınları da gençken özellikle çok alımlı. Sanki o çok eski Rus filmlerinde gördüğümüz kişilere benziyorlar. Kadın erkek hepsi çok sağlıklı görünüyor. Giysileri de çok temiz. Bunda açık havada, bahçede çalışmanın da etkisi olmalı, içtikleri ve vazgeçemeyip uğruna sürülmeyi göze aldıkları sütün de.... İlk kez gülümsüyorum...



Malakan bir Dimitri ağa vardı Çakmak Köyünde.

Kazım Karabekir Paşayı ağırlayan

Osmanlı ordusu karagah kurmuştu.

Çakmak Köyünün Kısır dağları, askerin erzak eksiğini

Haftalarca karşılamıştı Dimitri ağa....



Okuyorum bakıyorum, kimbilir ne öyküler var dünyamızın buralarında da yaşanmış, çoğu hüzünlü, bilmediğimiz, anladığını sananların anlayamadığı ya da anlayamayanların alında kavradığı ...



Her bir fotoğrafda başka bir yaşam karesini, başka bir yaşanmışlığı yakalamak, izlemek... Fotoğrafları okuyorum:



Kars doğumlu Molokan Naske hala Kars'ın Çalkaya köyünde 1960 yılında rahmetli olan kocası için hayrat yemeğini oğlu ile beraber veriyor. Bu nedenle Molokan kutsal sayılan ekmek ve tuzu Sabranya 'ya götürüyor. Dikkatimi çekiyor. Şarap yok.



Ve nice yaşamlar...çoğu artık var olmayan...



Yavaş yavaş kapıya yaklaşıyoruz.



Gazi Ahmet Muhtar Paşa konağının ahşap kapısının güzelliğinden konuşurken eski kapılar hakında şunu öğreniyorum Yıldırım Bey'den. Kapılarda çalmak için farklı iki kol olurmuş oralarda. Yoksa İstanbul'daki kapılarda da var mıydı? Belleğimi zorluyorum ama eremiyorum o denli eskiye. Sanki tek bir tak tak hatırlıyorum. Biz o kapıkollarına tak tak derdik.



Eğer kapıyı ince narin bir sesle vuruyorsa bir kadındır o zaman evin kadını açıyormuş. Ama diğer tokmağı kullanınca tok tok kaba seslerle vuruyorsa da bir erkek vuruyordur diyor Yıldırım Bey. Kapı 1870'li yıllarda filan yapılmış olmalı diye ekliyor. Gazi Ahmet Muhtar Paşa burada ikamet etmiş ve bu binayı Karagah olarak kullanmış. Alt taraf yani bulunduğumuz Sanat Galerisinin olduğu yer eskiden malesef ahır olarak kullanılırmış diyor Yıldırım Bey.İkametgah ve karargah olarak kullanılan üst taraf ise şu anda müze imiş.



Birden simsiyah kuyruklarını azametle sallayarak dolanan Arap atları geçiyor gözümün önünden ve yandaki merdivenlerden üst kata çıkan askerlerin tozlu uzun çizmelerini görür gibi oluyorum. Acaba bizimkilerin çizmeleri var mıydı o yokluk yıllarında?



Fotoğraflarımızın kopyalanmasında bize yardımcı olan belgeselci İbrahim Bey ile yukarı kattaki Müze bölümüne çıkıyoruz, dıştaki merdivenlerden, hayalimizdeki artık yemenili askerlerle. Eski ahşap binanın güzelliği üst katta daha belirgin. Daha önce yıkıntı halindeyken, askeriyenin gayretleri ile restore edilmiş bina. İbrahim Bey de bizi bilgilendiriyor. Aklım Peç denilen o muhteşem şöminelerde kalıyor. Bir kez daha gezebilme umuduyla çabuk çabuk geziyoruz. 100 yılık belki de daha eskilerden kalma at ve katır nalları bile var.



O kocaman nalları görünce sahibi olan katırların ne güçlü hayvanlar olduğu geliyor hatırıma. Belki onlar da Rusya'dan mı geldiler diye düşünüyorum şimdi bu makaleyi yazarken. Nedeni var. Yazının sonuna dip not olarak ekleyeceğim. Belki de ayrı bir blogda anlatırım. İlginç bir yaşanmışlık nakledeceğim.



Dinleyenleriniz olmuştur sanırım. Sevgili Güldane Karakurt geçen hafta başında Vedat Bey ile ve Kuzey Anadolu Doğa Kuş gözlem grubu ile söyleşi yaptı " Gecenin İçinden " programında. Pazartesi akşamları TRT radyo 1 de 23.15'de program Ne yazık ki bir aksaklık nedeniyle kaçırdım. Mutlaka orada konuşulmuştur aşağıdaki mutlu haber.



Bu yazıyı yazarken yaptığım bir arama sırasında rastlıyorum. Safranbolu'da yapılan Altın Safran Film yarışması sonuçlanmış ve Vedat Bey'in yapımcılığını üstlendiği " Kars'ın Solan Rengi: Molokanlar" belgeseli profesyonel dalda birincilik ödülü almış. Yukarda da söyledim. biliyorum. Şimdi Altın safran birincilik ödülünü kazanan "Kars'ın Solan Rengi: Malakanlar" adlı belgesel hakkındaki bilgileri karshabergazetesi.com sitesinden aktaralım.



http://www.karshabergazetesi.com/article_view.php?aid=2057



"Gazetemiz yazarlarından Vedat Akçayöz’ün proje sahipliğini ve finansörlüğünü yaptığı “Kars’ın Solan Rengi: Malakanlar” adlı belgesel film ilk kez katıldığı 9. Uluslararası Altın Safran Belgesel Film Festivali'nde birincilik ödülü aldı.



Tarihi danışmanlığını Av. Erkan Karagöz ile Prof. Dr. Bingür Sönmez’in yaptığı, çekimlerini Kars’ta ve Rusya’da Vedat Akçayöz’ün gerçekleştirip Yalçın Yelence’nin hazırladığı “Kars’ın Solan Rengi: Malakanlar” adlı belgesel film, Kars’ta düzenlenecek Altın Kaz Film Yarışması yanı sıra, İngiltere ve Almanya’daki yarışmalara da katılacak.



Yeni hazırlanan belgesel filmin ilk kez katıldığı bir yarışmada birincilik ödülü almasının önemli ve anlamlı olduğunu bildiren Akçayöz, “Malakanlar’la ilgili şu ana kadar çok şey yazıldı çizildi. Ama savaş istemeyen, barıştan yana olan bu halkı yazıp çizmelerle anlatmak yetmiyordu. Bunun belgesel olarak hazırlanması gerektiğini düşündüm ve çekimler için önce Kars’tan başladım. Daha sonra Rusya’ya giderek orada çekimler yaptım. Av. Erkan Karagöz ve Prof. Dr. Bingür Sönmez’in desteğiyle Yalçın Yelence’nin hazırladığı güzel bir belgesel film ortaya çıktı.” dedi.



30 ve 60’şar dakikalık olarak hazırlanan “Kars’ın Solan Rengi: Malakanlar” adlı belgesel filmde, ağırlıklı olarak Malakanlar’ın Rusya’dan Kars’a sürgünlerini, daha sonra yeniden Kars’ tan Rusya’ya göçlerini anlatıldığını ifade eden Akçayöz, “Malakanlar’ın en önemli özelliği savaş karşıtı olmalarıdır. Askere gitmedikleri ve Ruslar tarafından dağıtılan tüfekleri yaktıkları için Kars’a gönderildiler. Daha sonra Kars’ta da askerlik yapma teklifini reddettikleri için bu kez yeniden Rusya’ya göçe zorlandılar. Bu, Malakanlar’ın barışçıl yönüdür. Diğer bir yönleri ise tarımcılıktır. Belgeselde Malakanlar başta barışçıl yönleri olmak üzere tüm yönleriyle detaylı anlatılmıştır. Belgeselin en önemli bölümü de Kars’taki yaşamlarıdır.” diye konuştu."*



Bizde buradan Vedat Beyi ve belgeselde emeği geçenleri kutluyoruz ve nice güzel ve yaşamın içinden gelerek aydınlatan gerçek belgesellere diyoruz. Biraz da hüzünleniyoruz.. Neden mi? Vedat Beyin mütevaziliğinden bize kendi belgeselinden "Karsın Solan Rengi: Molokanlar" dan hiç bahsetmemiş olmasından.



İnsanlığın kansız, barışçıl bir dünyayı, en az Molokanlar kadar özlem duyması yeterli olur mu bu dünyayı geçmişten beri baştan sona saran kanı gözyaşını gelecekte durdurmada... Yoksa orduların hatta devletlerin bile üzerinde, tanrısal ve görünmez fildişi kulelerinde, sırça köklerinde doymak bilmeyen bir iştah ile insanlığı kemireni görünür kılınca, maskeleri düşürünce mi sönecek yangın....Seçim bizim, bilincimizin...





http://www.karshabergazetesi.com/article_view.php?aid=2057



http://vedat.akcayoz.net/index.php?option=com_content&view=article&id=5&Itemid=13

Bu blog 5/11/2008 de MB de yayımlanmıştır.
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=142429

Etiketler: , , , , ,

Kendinle Barışık Olmak


Bu anlatımı blog arkadaşım, lisedaşım Narçiçeği’ ne* adıyorum sevgi ve umutla, fobisinde ne kadar haklı olduğunu da kabul ederek…

Sahil boyunca asfalt yolda hızlıca yürüyorum. Güneş doğmuş ama bulunduğum koyu U şeklinde çevreleyen yüksek tepeleri henüz aşamamış. Ilık bir serinlik var kasaba yolunda. Saat sabahın yedisini biraz geçmişti yola çıktığımda. Durgun denize ve zeytin ağaçlarına bakarak güzel hayaller kurduğum bir yürüyüş. Kendi kendimi dinlediğim ve duygusal dünyamı renklendirdiğim benim için en anlamlı ve kıymetli anlar bu yürüyüş zamanları. Kiminde anılara dalarım, kiminde yazacağım öykülerle ilgili güzel kurgular yaparım, kiminde de gerçek yaşamda yapmak isteyip de yapamadıklarımın planlamasını. Bilirsiniz işte olasılığı binde bir olan bin bir çeşit hayalinizi canlandırdığınız anlarınız vardır sizin de...

Yoldan minibüsler geçiyor. Ah diyorum kasabalarda bile artık çocuklar okullara minibüsle gidiyorlar. Ben o yaşta çocuğu olan bir veli olsam yürümesini isterdim, istemezdim yok şundan yok bundan… Hayaller düşünceler birbiri ardından akıp giderken iki yol ağzına geliyorum. Denize paralel olarak devam eden yolu seçiyorum. Balıklara bakacağım. Durgun suyun içinde balıkları görmek öyle hoş bir duygu ki. Hele sadece bitki ve biraz da deniz kokan bir havadan soluklanmak… Saplı adanın berisine demirlemiş yelkenleri inik beyaz kuğu gibi tekneye bakıp bir iç geçiriyorum. O gemide ben de olsaydım şarkısı dökülüyor dudaklarımdan. Buralarda yaşarsam bir kayık alırım kesinlikle. Olta takımları da olur. Balığa çıkarız artık. Sörf bile yaparım. Ne güzel!


Bir gün önceki yürüyüşçülerle de günaydınlaşıyoruz. Herkes çoğunlukla yalnız başına ve tempolu yürüyor. Dün karşılaştığım yaşlı amacaya “günaydın” desem mi demesem mi diye düşünürken bu kez de o beni mahçup ediyor. Ardından hızlı hızlı yürüyen komşu sitede oturan iki hanımla selamlaşıyoruz. Yol iyice tenhalaştı. Minibüsler de diğer yoldan gittikleri için çılgın kalabalıklardan iyice uzakta, kendimle başbaşayım artık. Okaliptüs ağaçlarının beyazlaşmış kabuklarına bakarken karşıdan tempolu koşan bir genç kadın beliriyor peşi sıra koşan bir köpekle. Ah ne güzel bir dostluk onlarınkisi. Benim de bir köpeğim olsa keşke, Nuran Ablalarınki gibi uzun tüylü ya da benekli bir av köpeği… Adını ne koyardım. Sonbahar mı? Güz mü? Belki de bir müzik türü. Sema’nın acılar içinde ölen köpekciği geliyor hatırıma. Şapşap. Ölümünden bir gün önce kamerayla çekimini yapabilmiştik. Şapşap olmaz, üzücü... Köpekler 15 yıl kadar yaşarmış. Ya ölürse. Çok üzülüp yalnız kalmak da var. Sersem seni gidi. Bakalım on beş yıl yaşayacak mısın? En iyisi ad bul önce… Hüzün desem. Yok canım! Herkesin içinde Hüzün diye bağıramam ki. En iyisi Umut. Umut diye bağırabilirim en azından...


Tekrar dikkatimi yola veriyorum. O ne. Yanındaki köpeği de kadınla aynı tempoda koşarken sanki beni hedef almış gibi geliyor. “Amma da korkasın kızım!” deyip kendime annelik ediyorum.

“Korkma. Köpeği görünce eğilirsen kaçar”

Köpek yaklaşıyor eğilme filan fayda etmiyor. Öyle eğitimli bir köpek ki sahibesinden başkasını dinlemeye hiç niyeti yok gibi. Sahibesinin de umurunda değiliz anlaşılan. Kalın kocaman bir boynu var. Ve tasması da tırmıklı. Kurt köpeği sanırım. Yanıma yaklaşıyor. Neredeyse bacaklarıma sürtünüyor. Yalvarırcasına gözlerimi diktiğim koşan zarif sahibede hiçbir tepki yok. Yani yollar sadece o koşsun ve köpeği de istediğine yaklaşsın ya da saldırsın diye açılmışçasına umursamaz devam ediyor joggingine.

Köpek etrafımda daireler çiziyor. Kuyruğunu da sallıyor. Sevdim aslında hayvancığı ama bembeyaz dişlerine bakınca yüreğim kalkıyor. Ya bacağıma geçirirse o beyaz dişleri ne olacak? Lime lime etleri sarkan kanlı bir baldır imgesi canlanıyor gözümde. Titriyorum.Sabah yürüyüşüm zehir oldu. Kadın da iyice yaklaştı.Bir şeyler söylesem mi? Dayanamıyorum artık. Köpeğin kuyruğu çarpıyor bacaklarıma.

Sesimden sahibesine yönelik kötü bir anlam çıkarabileceği için köpekten çekinerek dökülüyor titrek sözcüklerim fısıltıyla:

Lütfen köpeğinize sahip olsanız

Hayatımın en büyük dersini veriyor genç kadın:

Kendinizle barışık olun Hanımefendi. Bırakın birazcık sürünsün bacaklarınıza ne olmuş yani. Hayvanların da sevgiye ihtiyacı var.”

Bu sözleri söylüyor ve transit geçiyor yanımdan. Neyse köpeği de peşine takılıyor da kurtuluyorum. Ardından bir iki söz yanıt olarak yetiştirmeye çalışıyorum ama duyurabildiğimi sanmıyorum.

Köpeği çoktan unuttum. Yolun geri kalan kısmında çam ağaçlarının reçineli nefis kokusu ve güneşin ısıttığı kuru otlardan yayılan o tuhaf iç gıcıklayıcı koku beni hayaller dünyasına sürükleyiveriyor yeniden derken birden “Kendimle barışık değil miyim ben?” sorusu çınlıyor kulaklarımda. Evet değilsin ya! Sen küstün tüm dünyaya. Yok canım. Bazen dibe vurmak iyidir. Küs müs değilim. Yani ille de bunu ispatlamak için önüme gelen köpeklere kedilere sevgi gösterisinde mi bulunacaktım. Yok olmadı. Kadının sözcükleri canımı acıtıyor, hayal dünyamı, düşüncelerimi alt üst ediyor.

Neyse ki balıkçı kahvesine az kalmış. Gazetemi alıp köşedeki marketten doğruca kahveye yollanıyorum. Gazetemi okurken arada bir çayımı yudumlarken orada sol taraftaki dağların panoramasını, limandaki sandalları, balıktan dönen balıkçıların tezgâhındaki balıkları seyretmek öyle zevkli ki.

“Ah!” diyorum. “Burası tam da yaşanılacak yer. Her sabah yürüyüş sonra deniz hem de ıssız bir kumsalda ve kitap okumaları ve… ve yaşam işte bu. Hayallerim, aşkım ve ben… Ben artık büyük kentlerden yoruldum. Evet! evet bıktım! Bıktım ya! Yoksa bir yenilgi kaçışımı bu? Neden açıklamıyorsun ki kendine. Sitemin İstanbul’a mı yoksa tüm Türkiye’ye miydi ak bulutların karanlık gölgesinin yüreklere çöktüğü o Temmuz gün batımında? Yoksa evimizi mi özledin? Büyük kente dönmeden, mücadele etmeden buralarda yaşayabilir misin sen? O kadar mı umutsuzsun?”
Karmakarışık duygularda bocalarken kulak tırmalayan keskin havlamalarla düşüncelerimden sıyrılıyorum. Büyük bir toz yumağından geliyor havlamalar, yerde kahvenin dışında.

Balıkçı kahvesinin köpeği “Arap” bizim hayat bilgisi öğretmenliğine soyunan genç kadının köpeğine saldırmış. Öyle bir dövüş tutturmuşlar ki hani bir kitap vardı filmi de yapıldı aynen oradaki gibi öldüresiye dövüşüyordu köpekler.


Koşucu hanımsa saçını başını yolup Arap’ı tutmaları için kahve sahiplerine bağırıyordu hem de ne bağırma.

Güldüm sadece. Kendisiyle barışık olmayan başkaları da varmış diye güldüm… Başka ne yapabilirdim ki. Sevgiyle kalın ve umutla her zaman…

http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=66987

Bu blog 8/10/ 2007 de MB de yayımlanmıştır.
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=68371

Etiketler: , , , , ,

11 Kasım 2009 Çarşamba

Katı Olan Herşey Buharlaşırken art arda 1


 Geçenlerde değerli bir köşe yazarı anlatısında değişmeyen doğadan bahsediyordu. Sözcükleri uçtu gitti ama usumda kalan yıllar önce çekilmiş bir kent fotoğrafını, bugün de aynı tepelere bakarak tanıdığı üzerineydi. Oysa günümüzde bu gerçek yavaş yavaş değişiyor. Nasıl mı?...


Evimizden Kayışdağı tüm haşmetiyle görünür, önündeki Ataşehir blokları oyuncak gibi kalırdı daha üç yıl önce hatta bu Temmuz'a kadar. Ekim'de eve döndüğümde gözlerime inanamadım. Büyük bir inşaat şirketlerinin dev blokları Kayış dağının yarısını kaplamıştı. Bu manzaram yok oluyor bencilliği değil bambaşka bir şey. Bir tür yabancılaşma. Yaşadığın bölgenin senin elinde olmadan değiştirilmesi ve çaresiz bakakalman. Sıkıştığımızda hep başköşeye koydukları "kültür ve alışkanlıklarımızın" aslında hiçe sayıldığının göstergesi.

Yazın başlayan yürüyüşlerim sırasında, o bölgenin yakınından geçerken bir kaç yüz metrelik tepelerin iş makinalarıyla dümdüz edilişine şahit olmuştum. Bilmiyorum bu beni neden rahatsız ediyor. Belki yamuk yumuk gecekondu bozması, doğru dürüst temel kazılmadan beş katlı apatmanların mantar gibi bittiği devirlerde yaşamış olmanın verdiği görsel alışkanlık...Yok bu olamaz zaten onları da kabullenememiştim. Yani bir zamanlar kurtarılmış bölge nidalarıyla yoksul halka sahip çıkılan bölgelerin bu şekilde rantiyeye dönüşmesine ve elbette halkının da geçirdiği dönüşüme yakınan eski solcuları da okudum...Bu da olamaz sıkıntımın nedeni..

Bu modern mi post modern mi yoksa post modern sonrası mı diyeceğim inşaat faaliyetlerini bir türlü kabullenememe nedenim nedir? Katı olan herşeyin buharlaşmasının hüznü mü ? Yaşanılan bölgelerin coğrafi doğası da iklimi, su toplama havzalarının işlevinin hatta turizm girdi akışının değiştirilmesi...Nasıl mı?..Devamını okuyun derim...

Hafta sonu son günü İstanbul Bienali'ne yetiştim. Sadece Antrepo'daki ve AKM' deki sergileri görme olanağım oldu. Bir blogçu arkadaşa yorumumda yazmıştım. Kerem arkadaşımızın şu "Dilenci Vapuru'nu" yazan arkadaşımızın son bloğuna:

"Zor yoldan gidip kendini bulmaya çalışanlar" üstelik şartların zorlaması nedeniyle çoğunlukta ama yediğimiz tokatların şoku ile değil kendimizi bulmak aklımızı bile kaybedecek gibi oluyoruz zaman zaman"

İşte bu yediğimizi düşündüğüm tokatlardan biri de kentlerin baştan sona kimliğini, kişiliğini kaybedecek şekilde tahribe uğraması. Sadece bu mu? Değil elbette...Yorumumu aktarmaya devam ediyorum:


"Yeşil elbette dolarmış. Ben de ağaç yeşilinden çok türbe yeşilini mi söylediler diye ürktüm ilk satırlarınızda. Belki de yeşil kuşaktır simgesel olarak . Aslında dolar ile yeşil kuşak da birbirini besleyen iki dünya açmazı değil mi şimdilerde? Baksanızda bienalde okudum Emirliklerde Luvr müzecileri müze açacakmış ya da açmış. Sanatı bile giydirir yeşilin gücü ama biz hala toplum için sanat; sanata aykırıdır'ı tartışır dururuz... Elbetteki tüm tablolar ve heykeller giyili olacakmış gibi satırlar da vardı bienaldeki duvar haberinde... Paranın gücü işte! Ama orada bir şey daha gördüm. Kapitalizmin sonu görünmez ama bienaldeki değerli sanatçı kimse adını yazamayacağım Emirliklerin sonunu da görmüş ve çarpıcı sorularla sergilemeye çalışmış Antreponun duvarlarına."

Biraz uzunca oldu ama yorumumu aktardım. Yani doların yeşil gücü uğruna kentler bütünüyle değiştiriliyor, hatta bir ada, örneğin Britanya adası B şekline bile getirilebilir diyor eğer alıcısı çıkarsa. Ne ironi değil mi?...

Bu kent yenilenme projesi büyük bir ekonomik iş potansiyeli sağlıyor... ya sonra...Sonrasını da yazdım orada. Yeşil dolarları tükettiği zaman bu Arap emirlikleri ne olacak? Belki de hiç bir önemleri kalmadığından, giysili eserlerin sergilendiği müzeleri tozlanıp, kapalı kapılar ardında yaşamaya devam edecek. Öyle ya ne için Bağdat Müzesi'ne ettikleri talanı etsinler orada. O talan binlerce yıl öncesinden gelen kültürün yok edilme talanıydı. Kültürün yok sayılması çabasıydı ki kısmen de başarılı oldu...



Amerikan Merkez Bankası eski başkanı Alain Greenspan Amerika'da konut fazlalığı yaşandığını söylemiş. Belki de yaşanmakta olan ve piyasaları titreten Mortgage felaketini mazur göstermek için verilen bir bildiriydi bilemeyeceğim. Ama ABD'de de 45 milyon evsizin var olduğunu okumuştum. Demek ki bunlar cebine o yeşil dolarlardan pay kapamamış kesim.

Burada İstanbul'da, bu lüks konutları kimler satın alıyor acaba? Yabancılar çoğunluktaymış. Öyle ya en ucuzu 300 bin dolar olan bu daireleri almaya vasat bir şehirlinin gücü yeter mi? Yabancılar satın alıyor ekonomik devran dönüyor diye sevinemiyorum. Biliyorum ki satın alanlar o daireleri tıpkı yazlık yörelerde pansiyonculuğu öldürdükleri şekilde apart otel gibi işletip kiraya verecekler ve ekonomimize kısa süreli bir kazanç getiren bu yapılar çok uzun vadede ise turizm sektörünün kalbine saplanan zehirli oklara dönüşecek...


Zavallı küçük esnafın bankalardaki hesaplarını bir gecede bloke etmesini bilen Maliye Bakanı acaba bu konutları kimlerin aldığını, vergilerini düzgün ödeyip ödemediklerini merak etmiyor mu ve yabancı alıcıların oluşturduğu bu turizmi baltalayıcı tehlike karşısında nasıl bir önlem almayı düşünüyor doğrusu bir vatandaş olarak çok ama çok merak ediyorum.


Bu yazı 8/11/ 2007 de "Katı olan her şey buharlaşırken bir bir 1" başlığıyla MB'de yayımlanmıştır:

http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=74709  

Etiketler: , , , ,