Kitaplar Öyküler Etkinlikler

Kitap , okuma, , çocuk kitapları , romanlar , anılar, edebiyat sohbetleri , sanatçılarla söyleşiler , fotoğraf , edebiyat , çocuk eğitimi üzerine üzerine dokunmak istediğimiz herşey

5 Kasım 2009 Perşembe

HERODOTOS' tan Esen İmbat

İyi ki araştırmalarını yazıp kelimelere dökmüş Halikarnasoslu Herodotos. Akşam okunmak için bekleyen onca kitabımı bir kenara itip, Herodotos Tarihi'nin sayfalarını karıştırırken Mısırlıların ölü gömme ve mumya törenlerine takıldım. “Neden ölü gömme törenleri ?” diye kendime sormaya başladım. O güzelim tarih kitabındaki onca konuyu da bir kenara bırakıp mumyalarla, ölülerle neden uğraşıyorsun? “Yakında gideceğim zaten ” diyerek beni şaşırtan bir tanıdık kişinin ; jetonum düşüp de gelmiş geçmiş tüm canlıların sonu olan bilinmezliği kast ettiğini anladığım dakikadan sonra, yüreğimi saran o onulmaz hüzün neden oldu desek...


Bir evden hatırı sayılır birisi öldüğünde evin bütün kadınları başlarına, yüzlerine çamur sürüp sokaklara fırlayıp eteklerini bellerine kadar sıyırıp, göğüslerini de açıp dövünerek geçerlermiş sokaklardan. Erkekler de katılırmış bu yürüyüşe. Bu tören yapıldıktan sonra cesedi ölü gömücüye götürürlermiş. Bundan sonrası da ilginç. Mumya yapmanın gizini bilen ustalar varmış o devirde. Ölü getirilince ailesine boyalı tahtalardan çeşitli modeller sunarlarmış. “Bunların en iyisi” diye devam ediyor Herodotos “adının anılmasını günah saydığım kişiye benzeyenidir.” Biz yıl 2006’da adını rahatlıkla anıyoruz dip notu okuyarak. Osiris. Tahmin edersiniz ki bu Osiris modeli tabut en pahalı olanıdır...

Arkasından ikinci bir model gösterilir. Birincisi kadar iyi değildir. En sonuncu model ise en ucuz olanıdır. Burada dikkat buyurunuz. Osiris kim? Adını ağza almak bile yürek istiyor, cesaret istiyor ta binlerce yıl öncemizde. O bir tanrı. Oysa tabut pazarlığında Osiris’le ilgili tüm tabular, yasaklamalar uçup gitmiş. Osiris bir markaya dönüşmüş, tabut markasına. Dinsel imgelerin bazı açıkgözler tarafından nasıl da yükselen ekonomik değerlere çevrildiğine lütfen dikkat ediniz.

Tabutta anlaşmaya varıldıktan sonra mumyacı işe koyuluyor. Demir bir kanca ile ölünün burun deliklerinden beynini çekip çıkarıyor, içerde kalanları ilaçla eritiyor. Keskin bir Etyopya taşı ile ölünün böğrünü uzunlamasına yarıp iç organlarını tamamen boşaltıyor. Hurma şarabı ile yıkanıyor içi ve çeşitli kokulu maddeler sıkılıyor karnına ve saf mir ile dolduruluyor. Sonra da tuzlanarak sodalı suda yetmiş gün bırakılıyor. Süre dolunca çıkarılıp yıkanıyor ve zamka batırılmış ince tül şeritlerle sarılıyor ve yakınlarına teslim ediyorlar ölüyü. Onlar da önceden seçilip hazırlanan tabuta yerleştirip, kapağını kapatıyorlar. Tabutu ölü odasına götürüyorlar. Dik konumda bir yere yaslanıyor tabut. Bu en pahalı mumyadır.

Orta karar bir mumya isteyenlerin ölüsü ise nispeten daha basit işlemlerden geçiriliyor. Ölünün karnı yarılır ama iç organları çıkarılmaz. İçine sedir ağacından çıkarılan bir sıvı enjekte edilir. Gerektiği kadar da tuz içinde bırakılır ölü. Son gün içindeki sedir likörü çekilir. “Likör öyle kuvvetli bir şeydir ki” diyor Herdotos müshil gibi “içerde ne var ne yoksa söküp atıyor”. Sonra tuzlanıyor. “Tuz, eti yediği için” diye açıklıyor Herodotos ölü zaman içinde bir deri bir kemik kalıyormuş. Çiroz gibi. Sonra ölüyü teslim ediyorlar ailesine. Bir de fakir fukara için üçüncü sınıf mumyalama var. Ölünün içi tuzla temizlenir ve yetmiş gün tuzda bırakılıp ailesine teslim edilir. Yoksula yapılan işlemleri anlatmak bile bir cümlede tamamlanıyor.

İlkyazı müjdeleyen böylesine güzel umut dolu bir günde bunları yazdığım için kendime kızıyorum. Tuhaf ama son birkaç aydır, gazetelerdeki, televizyon kanallarındaki kanlı haberlerden kaçmak için sığındığım çoğu kitabın ana teması ölüm. Osman Akınhay’ın kendi yaşamından bir kesiti canlandırdığı hüzünlü “Ölüme Bakmak” romanı ya da Meksika’daki cinayetlerle dolu bir devri bir ölünün ağzından anlatan Marcos ile Taibo’nun ortak yazdıkları “Huzursuz Ölüler” romanı ya da Salman Rüşhdi’ninUtanç” ının masalsı dokusunda hep ölümler ve ölüler vardı. Aslında tüm canlılar için var ölüm, kaçınılmaz olarak. Esas olan yaşarken olanlar değil mi? Bir de ölüm şekli. Neo-liberalizmin hegemonik saldırıları sonucu ölmek öyle yakıcı ki. Aynı saldırıların sonucunda; ölümden beter denecek sefalete mahkum olan yaşamlar da var. Hayatta kalabilmesine karşın cehennem azabı çektirilenler de var. Ölünün yoksulu ise mumyalama işleminde de gördüğümüz gibi diğerlerinden daha az ilgi görüyor. Siz hiç fakir ve içine kapanık insanların cenaze törenlerinde bulundunuz mu günümüzde? Tören denilebilir mi? Oysa varsıl olanlar için pek çok yenilik görünüyor ufukta. Örneğin varsıl ölüleri çelik zırhlar içinde kriyojenik olarak dondurup korumak, sonsuza kadar korumak da pek yakında yaygın seçenekler arasına girebilir, varsın yoksul ölüler için ziyaret edilebilir yakınlıktaki mezarlıklarda yer kalmasın. Dünyada enerji açığı değil enerji fazlası olacaktır nasılsa. Kurulması planlanan onlarca nükleer santrali düşünün. Bu kriyojenik koruma ünitelerinin önceleri nükleer santrallere çerez parası kabilinden katkıları olurken, çılgın dünyada belli mi olur, talepler artınca yöntem ucuzlar ve nükleer santraller kendi müşterisini de yaratmış olur. Talep o kadar artar ki santrallerin tüm kapasitesi sadece o işe, ölülerin hızla soğutularak sonsuza kadar saklanması işine ayrılabilir. “Ölülere enerji santralleri”. Bu durumda canlı ve sağlıklı kalma şansına ermiş olanlar, yaşamalarını sağlayacak yeni alternatif enerji kaynakları bulma yarışında terlerken, ölümün acıtıcı gerçeğini unutabilirler. Süper varsıllar arasında mezarını Aydede’ de ya da Mars’da isteyebilecekler için özel cenaze hizmetleri... Yakılmış bedeninizden arta kalan küllerin dünyanın hangi yörüngesindeki “kül mezarlıklarında” yani uzay çöplüklerinde dolanmasını istersiniz?



Neo-liberalizmin ürettiği yegane şey, yirmi birinci yüzyılın kanlı sömürgeleştirme savaşlarını belleğimizde saklı tutarsak, hizmet sektörü oluyor yavaş yavaş. Sanayi gitgide küçülürken hizmet sektörü yükselen değerler arasında baş köşeyi alıyor. Bu arada kontratlar, süresi sonsuza kadar olan kontratlar, sonsuz sözleşmeler hukuku dalı da doğabilir. Adı da “Ölü Hakları Hukuku” olabilir. İnsanlığın insan haklarını korumadaki gönüllü yenilgisinden sonra kendine böyle durağan bir mecrada başarı öyküleri yazma isteğini nasıl buluyorsunuz, kanı kurumamış öbekler halinde dosya yığınları beklerken?... Bir de Noterler konusu geliyor gündeme. Sonsuza kadar geçerli kontratların korunması ve geçerliliğinin sağlanması için noterlerin nasıl bir yöntem bulacakları? Noterliğin de babadan oğla geçen bir sistemle çalışması gerekir belki de.

Noterler kağıtları ile uğraşa dursunlar biz arkadaşımız B.Sadık Albayrak’ınNoterler ve Edebiyat” kitabını da anmadan geçemiyoruz. İleride yapacağı genişletilmiş baskılarında “noterler ve ölü hakları hukuku” konusuna da yer açma gereği duyması için kendisini uyarmamış olmayalım diye.

Yine de içinizi acıtabilecek böylesine can sıkıcı konudan uzaklaştırmak için sizleri, bir şiir sunabilirim aşka dair:

O bir tanem aşkın yayı elinde

O bir tanem aşkın yayı elinde
Tutmuşta bana nişan alıyordu
Tabana kuvvet tutup kaçtım ben de.
Oku bana artık işlemiyordu.
Baktı bir şeyim yok kaçabilmişim
Ne bir yara ne bir şey vücudumda
Haydi koş gel dedi, haydi koş durma
Yayımdan kaçıyorsun anlıyorum.
Ne yay ne ok, sırf gözlerin dedim,
Açtığı o yaradan kaçıyorum.

Maurice Sceve’den ( 1600- 1684) İlhan Berk’in çevirisi.*

Sevgili için yazdığı 499 şiirlik kitabı varmış Sceve’nin. Sevdiği kadının ölümüyle kentin uzak bir kıyısına çekilmiş. Yalnız bir yaşam sürmüş. Lyon okulu diye bilinen akımın en büyük ozanıymış. İki yüz yıla yakın karanlık ve anlaşılmaz bulunuyor. Tuhaf ama 1920’den sonra yeniden aranır olmuş. Simgeci sözün babası olarak biliniyormuş. Geçmişte kalmış bir ölü şairin şiiri ile dirilmesi, sanat eserlerinin ölümsüzlüğünün en güzel kanıtı değil mi?

Ya günümüze kadar gelen mumyalar? Mumyalar da birer sanat eseri sayabilir miyiz? Ya adı sanı çölün tozunda kaybolmuş mumyalama ustaları? Onları da birer sanatçı sayabilir miyiz? Bu fikir içimi biraz ferahlatıyor. Filmlerde izlerken, korku öğesi olarak gözlerimi kapatarak geçiştirdiğim mumya imgeleri, sanat eseri olarak düşünüldüğünde ne kadar cana yakın ne kadar sevimli geliyor. Tıpkı diğer korkunçlukların ve vahşetin üzerinde eğreti duran sanat elbisesi tekinsizliğiyle beynimize sürülmesi gibi...
Gördüğüm etkileyici bir belgesel, Kübalı doktorlarla ilgili “Dağların Işığı” belgeselindeki imgeler, Herodotos’tan okuduğum mumya imgeleriyle karışınca, doktorluk ve sanatçılık kavramları dans etmeye başlıyor zihnimde, bir de vahşet katılıyor imgelem kuyruğuna. Mumyalama ustalarına belki de doktor gözüyle bakmalıyız. Mısırlı mumyaları bir sanat eseri mi yoksa doktorların ataları sayılabilecek ustaların birer tıp harikası mı diye sınıflandıracağız? Belki de ikisi. Ama örneğin bu gün bir galeride gazlı bezlerle sarılmış bir korkuluk, hele de kuratörü pek ünlü ithal biriyse, “tekinsiz sanat ürünü” olarak sınıflandırılıp kitleleri kendine hayran hayran seyrettirmez mi? Oysa aynı türden sargı bezlerine sarılı kesik kolların, kopuk bacakların onlarcasını boyalı basındaki renkli fotoğraflarından gördüğümüzde ya da televizyonda izlediğimizde yüzümüzü buruştururuz. Vahşeti görmüşüzdür ama kaçarız. Hemen başka bir kanala ya da başka bir sayfaya kaçarız. Gazlı bezlerin içinden fışkıran acı bile bize hiç tanıdık gelmez. Haksızlık etmek istemiyorum ama Mısırlı mumyalama ustalarını sanatçıdan çok doktor saymak daha doğru olacak gibi geliyor. Mumyalama için yapılan işlemler de ilk tıbbi müdahale olarak yorumlanamaz mı acaba? Ölüye yapılan tıbbi müdahale gibisinden. Beyni çekip çıkarmayı biliyorlar. Bağırsakları boşaltan maddeleri de keşfetmişler. Tuzun mikropları öldüren etkisini de az çok keşfetmişler...

Yılların, yüzyılların emek ve fedakarlık birikimiyle, belki de mumyalama ustalarından günümüzdeki gelişmiş konuma ulaşan tıp, ambargolarla dünyadan koparılıp ölüme terk edilmeye çalışılan bir halkın yetiştirdiği doktorların yetenekli elleriyle nasıl da dünyaya yardıma koşuyor. Hem de ambargonun etkisiyle çeşitli olanaklardan yoksun olan Kübalı doktorların şartları zorlayarak keşfettiği alternatif yöntemleri uygulamasıyla erişilen başarılar. Modernizm çağını tamamlamış ve postmodernizm egemenliğine girmiş dünyamızda karanlık çağlara hapsedilmeye çalışılan sağlıkçıların zincirlerini kırması. Belgeselin adı Montana de Luz. "Dağların Işığı" demekmiş. Jose Marti Derneği İstanbul Şubesi Başkanı Emine Tahsin film hakkında açıklamalarda bulunuyor. Kübalı genç sanat yönetmeni Donia Perez Gilian’ın açıklamalarını çeviriyor dilimize:

Dağların Işığı" filmi, Küba’da yaşayan kadın ve erkeklerin çok yüksek bir sevgi anlayışıyla daha adil bir dünya yaratmak adına gösterdikleri dayanışmayı sergiliyor. Bu Kübalı sağlıkçılar bir çok farklı yerde daha iyi bir yaşam için kendilerini adıyorlar aslında. Bu dayanışma uluslararası sağlık alanında dayanışma. Bu belgesel aslında daha iyi bir dünya yaratmak adına Kübalı sağlıkçıların gösterdikleri dayanışmayı sergiliyor. Bu sağlıkçılar bir çok farklı yerlerde daha iyi bir yaşam için kendilerini adıyorlar. Kübalı sağlıkçıların yedi ülkede Honduras, Guatamela, Mali, Haiti, Nambiya, Botswana’ da yürüttükleri gönüllü sağlık hizmetlerini gözlüyoruz. Küba sağlık alanında gösterilen uluslar arası dayanışmadan örnekler.”

Kalbinizde bir dostluk hissedeceksiniz ama aynı zamanda ulusa dair farklı bilgiler de edineceksiniz.” diyerek filmi başlatıyor Kübalı barış elçileri.

Önce ağaçlarla kaplı bir bölgedeki kulübede doğum sancısıyla kıvranan bir Guatamela’lı bir kadın görüyoruz. O ille de evinde doğum yapmak istiyor, gelenekler o denli etkili ki, kendisini bekleyen güç bir doğumun tehlikelerini hiçe sayıyor. Sonunda ikna edilmiş olmalı ki genç anne adayının Kübalı doktorlarla birlikte hastaneye gitmek üzere o vahşi doğadaki yalçın kayaların tuzaklarıyla dolu dağdan aşağıya doğru taşınmasını görüyoruz. Bebek hastanede dünyaya geliyor. Bebeği okşayan Kübalı genç doktorun “Bir gün Kübalı doktorun doğuma yardım ettiğini söylersin” diye mırıldandığın duyuyoruz. Dünyaya bir canlının gelişine yardımcı olabilmenin haklı gururu ya yine de içimi burkan bir yan var doktorun sözcüklerinde. Şu anda perdede gördüğümüz göbek bağı bile kesilmemiş bebecik yirmi otuz belki de kırk yıl sonra, bizler yaşındayken ve kendi dünyaya gelişinin Kübalı bir doktorun müşfik elleriyle olduğunu belki de torunlarına anlatırken, o genç doktorun ambargonun kıskacında doğan bir bebek olarak çektiği yoksunlukların bilincinde olacak mı?

Sonra Honduras’a geçiyoruz. Orada ıssız bir yerli köyü. Köyün büyücüsü olmalı. Papirüs gibi bir tabakanın üzerine yedi kez üflüyor. Sonra kafasına sürtüyor papirüsü. Bohça börek gibi katlıyor. İspirto ya da şarapla iyice ıslatıyor. Sonra da papirüsü ateşe atıp yakıyor.Yanan minik papirüs bohçasını eline alıp ateşini söndürüyor. Yanık bohçayı açtığında içinden yepyeni bir mendil çıkıyor. “Doktorlar bilimle, büyücüler sihirle uğraşır!” diyerek dersimizi de veriyor büyücümüz. Yirmi birinci yüzyılda hümanist gözlüklerini atarak şarlatanların, büyücülerin, din istismarcılarının peşinden koşanların alması gereken bir ders bu...Yine başka bir ülkede Kübalı doktorlar. Bu kez yüksek tansiyonu olan bir yerli kadını tedavi etmeye çalışıyorlar. Marmelade köylüsü “ Benim için Tanrı'dan sonra Kübalı doktorlar var.” diyor saygıyla. Kübalı doktorlar para için çalışmadığını ve bu yüzden halkın onlara ne kadar saygı duyduğunu öğreniyoruz. 22 Eylül 2004’ de sel bastığında Doktorlar da etkilenmiş buna rağmen insanların yardımına koşmuşlar. Hastaları politik olarak ayırmıyorlar. Politik durumu ne olursa olsun hasta hastadır diyorlar. Solcu sağcı ya da ortadan birisi olmasını umursamıyorlar. Oysa emperyalizm insanları ayırıyor, hem de sınıf farkı olmadığı ninnileriyle aldatarak. Kendi kurallarına uymayan insanları çelikten ambargo barikatlarıyla çepeçevre kuşatırken yalnızlaştırıp yoksunlaştırmayı amaçlıyor. Bu barikatları içerden dışarı doğru delebilen Kübalı sağlıkçılar tüm insanlığın yardımına koşuyor. Amerika Birleşik Devletlerinde yaşanan sel felaketinde bile dışlanmış fakir bölge halkının yardımına koşmaya hazır beklediler. Ama ret edildi yardım önerileri... Yaşamlar uzadıkça sosyal güvenlik kurumlarının sırtında kambur olarak görülen yaşlı ve yoksulların kitleler halinde yok olması yönetimlerin hoşlandığı bir şey olsa gerek. Birkaç yıl önce de bir Avrupa ülkesinde soğuklarla baş edemeyip ölen yirmi bin yaşlı insan bunun kanıtı değil mi? Bu konuda söylenecek o kadar söz var ki ciltlere sığmaz. İyisi mi biz belgeselle ilgili izlenimlerimizi aktarmaya devam edelim. Sağlıkçılar yanlarında hemşire bile olmadan hasta ile iletişim kurmayı öğrenmişler . Bazen de mimiklerini ve vücut dilini kullanarak anlaşıyorlar hastalarıyla, bazen ingilizce bazen de onların diliyle. Klukluha “eve git!” demekmiş. Ancak ormanın derinliklerinden gelen “bushman” dedikleri yerlilerle anlaşmaları da epeyce zor oluyor doktorların.

Bir ara havaalanında uçaktan inen genç Haitili doktorları görüyoruz. “Ülkeme dönüp halkıma yardım edeceğim için çok mutluyum.” diyen Haitili genç doktorun gözlerinin içi gülüyor. Bu doktorlar Küba’daki tıp fakültelerinde okumuşlar.

Sonra hastalar, yüksek tansiyonlu hastalar, yatağından doğrulamayan AIDS’li hastalar ve yine doktorların tükenmek bilmeyen şefkat dolu ilgileri ve gülen yüzleri. Belgeselin tamamını bu sayfalarda anlatmaya çalışmak olanaksız. Botswana’ya geçildiğinde AIDS’li hastaların çokluğu dikkatimizi çekiyor. Masum kara gözleriyle kameralara iri iri bakan çocuklarla ilgilenmelerini seyrediyoruz doktorların. 170 tane AİDS’li çocuk. Tanrının bile terk ettiği bu topraklarda AİDS’in bu derecede yaygın olmasının tuhaflığına şaşırmış düşünürken biraz filmden kopuyoruz. Acaba bu ülkeler birer deney laboratuarı olarak mı kullanıldı bir zamanlar? Öyle çivisi çıkmış bir çağda yaşıyoruz ki eskiden imkansız diye bakılan pek çok şey korku çağında bir bir gerçekleşince acaba ile başlayan çılgın olasılıkların resmi geçidine mani olamıyoruz zihnimizde. AİDS’in laboratuar tüplerinde üretilirken tedbirsizlik sonucu yayılan “laboratuar kaçkını” bir virüs olduğu iddiaları doğru olabilir mi? Neden insanlara hem de genelde cinsel ilişkiyle bulaşan bir başbelası musallat olmuş. Birkaç gün önce gazetelerde gözümüze ilişen bir başlığa takılıyoruz. Haber papa ile CIA gizli işbirliğini dile getiriyordu...

Perdedeki sarışın sağlıklı genç kadın huzurlu bir yüzle anlatıyor. Bir Hristiyan örgüt misyoneriymiş doğru anladıysam. Dağların tepesinde AİDS’li çocuklar için açılmış son konaklama yerini anlatıyor. “İlk iki sene darülaceze felsefesiyle hareket ediyorduk.” diye çevrilmiş alt yazılarda. Çocukları ölüme hazırladıkları bir çocuk eviymiş önceleri bu rüzgarlı dağların tepesindeki son sığınak. Ölümün doğal bir şey olduğunu çocuklara kabul ettirebilmek içinmiş çabaları. Sadece hoşça vakit geçirip iyi birer Hristiyan olarak ölmeleri için verilen çabalar. Minicik çocukların bile günahkar olabileceği ile şartlanmış misyonerler grubunun işleri güçleri çocukları günahlarından temizlemeye uğraşmak. Birilerinin günahı başka birilerini neden bu kadar ilgilendiriyor da gerçek vahşetler karşısında sus pus olunuyor?.. Son yıllarda tedavilerin olumlu sonucu olarak çocuklar artık daha fazla yaşıyorlarmış. Örtüyü kaldırıp altındaki kanlı emperyalizm gerçeğiyle ilgilenen gerçek vicdan sahipleri var mı aralarında diye düşünüyorum. Sarışın kadın bir bir sıralıyor. “Küba kültürüne kapıları kapalı” bir ülkeden geliyormuş. Bu sözün absürdlüğü de beynimize soğuk bir gülücükle işlemesine neden oluyor. Küba kültürüne kapıları kapalı olan halim selim bir ülkeden gelmiş de sevap işliyor diye varsın kendini kandırsın. Küba Kültürüne dünyadaki tüm kapıları zor kullanarak tehditle kapattıran, ada insanını ambargolarla inim inim inletip en temel insani gereçlerden bile yoksun bırakan, adadaki minicik çocukları gıdasız , aşısız bırakan bir emperyalizm batağından bahsederken, hayırsever kızımızın nasıl da dinin o sorgulanamaz ve sorgulatmaz karanlık maskesi altına sığındığını ibretle izliyoruz. “Tabular önyargılar...” diyor başlangıçta Kübalı doktorlar karşısındaki ilk hislerini açıklamak için... Sonra onların ne kadar iyi doktorlar olduğunu anlamış. “Onları topluma dahil edeceğiz” diye bahsediyor AİDS’li çocuklardan. Çocukların hemen ölmediklerini görünce, onları topluma kazandırma amaçlı projeler yürürlüğe konmuş Işığın Dağı’nda. Çocukların okuyup yazma öğrendiği projeler. Okuma yazma öğrenmiş iyi yurttaşlar olarak ölmelerini sağlayan projeler. Işığın Dağı dedikleri bu son konakta konaklayabilen küçük yolcular belki biraz daha uzun yaşayabilecek ama bu dağdaki bence hüzünlü ışık, üzücü nedenlerle hiç sönmeyecek. Ardından gelen binlerce çocuk o dağdaki konağa ulaşabilecek kadar şanslıysalar biraz daha parıldayıp sonra sönüverecekler bir meteor gibi aniden ve yenileri gelecek yeniden...

Bu belgeseli Vamos Bien haftası etkinlikleri sırasında Nazım Hikmet  Kültür Evi' nin nostaljik camlı bahçe sinemasında izledik. Filmden sonra herkes kanı donmuş beklerken arkadaşım gönüllü sanat elçisi Karikatürist Sema Ündeğer alkışı başlattı da kendimize gelebildik.

Belgeselle ilgili açıklamalar yapılıyor. Bense o kara gözleri hüzünlü güzel çocukları,  ABD  ambargosu yüzünden tüm dünya ülkelerinin yüzüne kapılarını kapattığı Kübalı küçük çocukları aklımdan çıkaramıyorum. Oysa belgeselde gördüğümüz çocuklar Kübalı doktorların yardıma gittiği ülkelerin çocuklarıydı. Sonra Iraklı çocuklar, Afgan çocuklar geliyor aklıma. Kübalı doktorlar başka ülkelerin çocuklarını hastalarını hangi görüşten olursa olsun insanlık adına sağlık adına tedavi etmeye çalışırken adadaki çocuklara, Afganistan’daki çocuklara, Iraklı çocuklara karşı yapılan evrensel adaletsizliğe protesto olarak büyük şairimiz Nazım Hikmet’in gür sesiyle haykırmak geliyor elimden:


Kanlı ayak izlerimiz mi önümüzdeki yollarda duran?
Bir cehennem çıkmazında mı sona erecek önümüzdeki yollar?
...
Çocuklar ölebilir yarın,
Çocuklar sakallı askerler gibi ölebilir yarın,
Çocuklar ölebilir yarın atom bombalarının ışığında
Arkalarında bir avuç kül bile değil,
Arkalarında gölgelerinden hiç başka bir şey bırakmadan.
Negatif resimcikler boşluğun karanlığın

Aklıma düşen Iraklı karagözlü çocuklar şimdi. Evet! Büyüklerinin yanı sıra çocuklar da ölüyor, öldürülüyor. Emperyalizmin yaptıkları mı diyeceğiz olup bitene. Somut sorumluları yok mu Iraktaki vahşetlerin. Demokratik seçimler oluyormuş işgal edilmiş bir ülkede. Tüm dünyanın alkışlayarak izlediği oyunun adı “İşgal Altındaki Ülkede Demokratik Seçimler”. Nasıl bir absürd tiyatro bu? Iraklıları bir diktatörün ellerinden kanlı bir iç savaşın ateşine atanların yaptığı nasıl bir demokrasi ve özgürlük havariliği acaba? Yoksa lügatler değişti de bizler yeni mi fark ediyoruz? Ne zamandan beri “barış” denince “savaş”, “özgürlük” deyince “esaret”, “ağla” deyince “gül”, “hayat” deyince “ölüm”, anlaşılır oldu bileniniz var mı?

Ambargo dedik ya, yani bizim bildiğimiz kelimenin düz anlamıyla, ambargo karşısında Küba’da farklı yöntemler geliştirmişler. Örneğin bitkilerden hayvanlar üzerinde test ederek ya da daha farklı araştırma üstleri kurmuşlar. Kanser teşhisine yönelik kanser aşısı çalışmaları varmış. Bunların hepsi Küba’da kurulmuş olan özel araştırma enstitülerinde yapılıyormuş. Havana dışında da buna dair araştırma merkezleri varmış. Abluka koşulları Kübalıları kendi olanakları ve kendi kaynaklarıyla farklı yöntemler geliştirmeye itmiş. Bu yöntemler üzerinden sağlık geliştirmeye çalışıyorlar, dünyaya umut dağıtarak.

Ama yine de merakım geçmedi. Acaba mumyalama ustaları ilk doktorlar sayılabilir mi?

ezgi umut 11 Ağustos 2007
(Tatil nedeniyle- arşivimden 2006 da yazılmış bir yazımdan-)

* Fransız Şİİr Antolojisi çev İlhan Berk İŞ Kültür yay.

http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=56901  de yayımlanmıştır.



Etiketler: , , , , , , , , , ,

0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa