Kitaplar Öyküler Etkinlikler
Kitap , okuma, , çocuk kitapları , romanlar , anılar, edebiyat sohbetleri , sanatçılarla söyleşiler , fotoğraf , edebiyat , çocuk eğitimi üzerine üzerine dokunmak istediğimiz herşey
25 Ekim 2014 Cumartesi
8 Temmuz 2010 Perşembe
Cadı Kazanında Hayatta Kalabilmek
Hayatta kalabilmek için mücadele eden, diye başlıyordu haber. Ne olduğu önemli değil. Kimin nasıl mücadele verdiği de o kadar önemli olmuyor. Önemli olan amaç ki o da hayatta kalabilmek. Bu bağlamda tüm insanlar hepimiz zavallıyız. Olmadık acıları başkalarına tattırırken kendi zavalılığımızı farkında olmayan zavallılıklardan beslenerek kalıyoruz hayatta etiksizce.
Eskiden hayatta kalabilmeyi, o karikatür dergilerinde haksız olarak çokça yer alan yamyam kazanlarında pişmemek olarak düşünürdüm. Yani yamyam kazanlarında pişme gibi bir durum yoksa eğer hayat sonsuz gelirdi bana. Üç belki de dört yaşlar için... Hayatta kalmak için ayrıca bir çaba ve özellikle para gerektiğinin hiç bilincinde değildim. Ama dikkat dikkat arap saçlarını bile; pişirip yedikleri insanların kemiklerinden tokalarla tutturan bu yamyamlardan uzak durun.
Kuşkusuz bu bir erken çocukluk algısı ve son derecede yanıltıcı. . Küçücük bir çocuğa yamyamları korkunç gösteren karikatürler gösterilirse yaşamının o en değerli yıllarında, beyni de bunu sinsice hatırlatır ileride, gizli çalan bir alarm gibi. Yamyamlar çok kötüdür. Gerçek kötüyü ve kötülükleri anlayamaz. Şükür ki bizden çok uzaktalar şu yamyamlar, diye pek sevirdim. Öyle ya Afrikadalarmış. O sırada Afrika paylaşım savaşları yaşanıyormuş. Bundan haberim yoktu.
Uzaklara gitmek, gezmek seyahat etmek dünyaya açılmak belki de bilinç altında hep o kuşkuyu taşıdığı için mi saklandığımız o Oblomovumsu tembellik kuyuları. Al işte! Bak dünya orada ama sen neredesin? Hiç bi şey yapamazsan yürü, yakın çevrede yürü, orası da dünya değil mi? Ama hemen o korkunçtan koruyan sığınağımıza, mağaramıza koşarız. Gerçekten korur mu, o da şüpheli.
Korsanlar da yamyamlardan sonra gelen kötü insanlardır. Hele kör gözü kara bantlı, olmayan ayağı tahtadan, kopuk kolu ise demir bir mezbaha çengeli olan hain korsandan kim korkmaz. Hep korku, hep gerçeklerin saklanması ve çocuğun aklı çalıştığı halde aklının sürekli olarak sanki aptalca öyküleri kurgularmış da gerçekleri hiç algılayamazmışçasına hayalci olacağı düşünülerek yazılmış düşüncesizce saçılan hastalıklı bilinçaltı kusmukları.
Yazma süreçlerine yoğunlaştığım son yılda, kavradığım bir gerçek var. Yazmak psikanalitik bir deşarj aracıdır çoğunlukla ve benim yaşımda olanlar için belki de kuytu köşelerde yıllarca saklı kalarak basıncıyla dünyasını karartmış, pis kokuların kimbilir nice sıkıntıların da aniden döküldüğü bir arena. Arena. evet, kanlı ya da kansız bir arenada kendisiyle anılarıyla, inançlarıyla ve geçmişiyle hesaplaşmadır aslında yazmak. İşte bu hesaplaşma sürecinde, yaptığınız işin aslında profesyonel bir yazma eylemi olduğunu akılda tutmanın önemi büyük. Yoksa yazılanlarla zavallı çocukları, sağlıksız bilinçaltı tortuları içinde boğmak işten bile değil.
Yazan bile anlayamaz bunu, en yakınları da. Ama birgün gerçek zınk diye çarpar. Çok sonra eser bütünleşip ortaya çıktıktan sonra bile belki kendisini, güncel konuları ele alan çağdaş bir kişi olarak görebilir yazan. Ama geriye bakıldığında dünya dertleri hep aynıdır ve yazar kendi geçmişinden bir şeyler kurgulamış olduğunu anladığında sadece gülümser. Gülümsemek yetmez yazma işinin bir profesyonel edim olduğuna gönülden inanmak gerekir. Bir plan yapmak ve dışına çıkmamak gerekir. Etik kaygılar taşımak gerekir.
Dağınık bir yazı olacağı belliydi. Çok hüzünlü günlerdeyim. Yol ayrımındayım adeta hüzünlerimin. Bakıyorum geriye ve benden yaşlıyken gidenler şimdi benden genç kaldılar.
Çocukluk ve ilk gençlik ise yaşanmamış kadar uzak iklimlerde coğrafyalarda puslu hayaller.Aniden gidiveriyor insanlar, geri getirmenin olanaksızlığı ve acısı hem tanıdıkların hem de tanımadıkların acısı içimdeki uğultulu tepelerde, derin vadilerde yankılanıyor hıçkırıklara dönüşerek. Belki de hiç bir zaman gerçekleşemeyeceğini bildiğimiz tutkuların kırıklığından bu hüzün, bu melankoli. Bizler zavallı insancıklar diyorum. Sessizce. Kaygı okyanuslarında dalıyorum derinlere, zavallı insancık olmanın derinliklerine.
Hayatta kalmak sadece yamyam kazanına düşmemek olsaymış keşke,cadı kazanlarını öğtetmemişler bize, bu korkunç cadı kazanından çıkmamız, kurtulmamız gerektiğinin sıkıntısı basıyor saatleri.
ezgiumut 2010 Temmuz 5
5 Temmuz 2010 Pazartesi
Füsun Akatlı'yı Uğurlarken
Nasıl üzüldüm anlatamam. Türk Edebiyatımızın zarif bir hanımefendisi, değerli bir eleştirmen ve dramaturg , yazar sevgili Füsun Akatlı'yı kaybettiğimiz haberi düştüğünde yüreğim cız etti.
Kırmızı Yayınları'nca verilen sevgili Hulki Aktunç'un Sönmemiş Dizeler adlı yapıtıyla kazandığı 2010 Metin Altıok Ödülü töreninde dinlemiştim en son sevgili Füsun Akatlı'yı. Daha önce de, kadın yönetmenlerden Bilge Olgaç fotoğraf sergisinin de olduğu Abidin Dino etkinlikleri'nde Fransız Kültür Merkezi'ndeydi. Yine Fransız Kültür Merkezi'nde Leyla Erbil etkinliği'ndeydi. Bir kez de Bilgi Üniversitesi'ndeki Leyla Erbil Sempozyumu'nda da vardı sanırım.
Son olarak katıldığım Kadın Eserleri Kütüphanesi'nin Koç Müzesi'nde Fenerbahçe Vapuru'nda düzenlediği ve sunuculuğu yazar Tülin Tankut'un yaptığı "Leyla Erbil Ve Vapur" etkinliğinde gözlerim aramıştı Füsun Hanım'ı da soramamıştım.
Kim derdi ki gidiverecek 66 yaşında veda edecek bu dünyaya hem de sevgili bir dostunun Tomris Uyar'ın ayrıldığı bir başka 4 Temmuz' da.
Çok güzel sözcükler yazmak isterim kendisine, o güzel sözcüklerle uğurlamak isterim. Füsun Hanım ile karşılıklı olarak pek konuşma şansım olmadı ama hep okudum ve dinledim. Geçen akşam bazı bölümler okumuştum “Kültürsüzlüğümüzün Kışı” adlı kitabından, içindekiler kadar adını da çok sevdiğim kitabından. Kendisiyle zihinsel olarak konuşmuş, kitabın üzerine notlar yazmıştım. Oysa değerli yazar o sıralarda hastanede belki de yaşam mücadelesi veriyormuş. İşte yaşamın dayanılmaz trajikliği...
Sivas Kırımı'nda yitirdiğimiz değerli şair Metin Altıok ile yaşamı paylaştıklarını da bilmiyordum, tek kızının Zeynep Hanım olduğunu da. Ne acılar çekmiştir. Metin Altıok Ödül Töreni'ne değerli bir juri üyesi olarak ve 93'ün acılarınıderinden duyan bir edebiyatçı olarak katıldığını sanıyordum.
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, bir süredir tedavi gördüğü İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nde vefat eden yazar, edebiyat ve tiyatro eleştirmeni Füsun Akatlı için başsağlığı mesajı yayınlamış.
TGC Yönetim Kurulu adına yapılan yazılı açıklamada, ''TGC Sedat Simavi Ödülleri Edebiyat Dalı Seçici Kurul üyesi olan ve Sedat Simavi Ödülleri'nin saygınlığının sürdürülmesinde önemli katkıları bulunan Doç. Dr. Füsun Akatlı'yı (66) yitirmenin üzüntüsü içerisindeyiz. Akatlı'nın ailesine ve edebiyat dünyasına başsağlığı diliyoruz'' denilmiş.Ben de buradan ışıklar içinde yatsın diyorum.
Kitaplarında yazdıklarının dışında, ödül töreninde, kürsüdeki ve sevgili Leyla Erbil'in yanındaki bir dostu olarak anımsayacağım, onca zerafetiyle ve duman rengi , o kendisine çok yakışan şık elbisesiyle, boynundaki kolyesiyle, acılarını saklayan o tatlı gülümsemesiyle ve sözcükleriyle. Keşke bunları daha önce yazabilseydim ama, jüride olduğunu okuyunca, haber yapmaktan çekinmiştim. Keşke aldırmasaydım, yazsaydım. Çok zariftiniz sizler ikiniz birer prenses gibiydiniz o gün, hatta yanyana oturan iki kraliçeydiniz çağdaşlığımızın kraliçeleriydiniz, sevgili Leyla Erbil ve sevgili Füsun Akatlı yanyana... Ah o gün Yaşar Kemal'e de Üç Silahşörler belki de Şövalye benzetmesi yapınca, “Bak ne kadar genç delikanlısın,” diyorlar demişti yanılmıyorsam . Bunları saklamamalı söylemeli. Yaşamdan ardımıza kalan tatlı sözcükleri ve anları anlatmalı zamanında... .
..Işıklar içinde yatsın Sevgili Füsun Akatlı ve sevenlerine, dostlarına, geride kalan yakınlarına dayanama gücü ve sabır diliyorum tüm kalbimle.
Güle güle sevgili Füsun Akatlı.
ezgiumut 2010 Temmuz 5
NOT Füsun Akatlı, Çarşamba günü saat:10.30'da Harbiye Muhsin Ertuğrul sahnesinde düzenlenecek tören ve sonrasında Teşvikiye Camii´nde kılınacak öğle namazının ardından Çengelköy mezarlığında uğurlanacak
Etiketler: Abidin Dino, Füsun Akatlı, Hulki Aktunç, Leyla Erbil, Metin Altıok, Sıvas Kırımı, Sönmemiş Dizeler
9 Haziran 2010 Çarşamba
Sen Gittiğin Zaman
Sevgili Nergiz , sen çiçekleri çok severdin gülleri , goncaları, bahar gözlü papatyaları, leylakları ve doğayı. Bu öğle sonrası, kar çiçekleri ağlıyordu İstanbul'da... 25 Ocak 2010
Momo ve ülkesini işgal eden gri bulutsu adam kötülüğü orada öylece kaldı, kitabın sayfaları arasından sızdığı yaşamlarda... Pazar mıydı pazartesi mi günleri de bilmiyorum artık o acı haber... evet evet pazartesi geldi. Çok sevdiğim EGELİ yazarların hası dediğim NERGİZ SUZAN ŞANLIALP dostumuzu kaybetmiştik. BU DÜNYADAN SEN DE GEÇTİN adlı güzel öykü kitabının yazarı sevgili NERGİZ gitmişti. Nergiz'in kitabını okumalısınız.
Etrafın bembeyaz olduğu doğanın ak gelinliklere büründüğü günde, bir şölen gününde gitmişti Nergiz arkadaşım. O gün yaşadıklarımı sözcüklerle anlatmak zor. Kar sepeliyordu göklerden beyaz erik çiçekerinin sonradan hüzün çiçeklerine dönüştüğü bir elem sağanağı. Sabah yanıt vermemişti sevgili arkadaşımın telefonu. Sonra son aradığımda açıldı ama ses yoktu. Ailesi miydi, konuşamıyordu açan. Sonra bir daha aradım. ama uyuyorsa, ya uyuyorsa, rahatsız etmemeliyim. Bunu yıl başında da yaşamıştım. Yine öyle oldu diyorum aynısı. Sonra galiba 12.30 civarı ben arandım yine ses yok. Anladım o zaman anladım. Dolanıyorum sokalarda bahçede karları çıtırdatarak, botlarımla buluşan kar yığınlarının o ürpertici sesini dinleyerek dolaşıyorum. Yanımda fotoğraf makinesi bir de çılgın gibi fotoğraf çekiyorum, ağlayan kar çiçeklerini çekiyorum, ağlayan gökyüzünü çekiyorum ve beyaz kar çiçeklerinin arasında arıyorum umudu. Tipide bir çıplak ağacın tepesindeki yuvasına tünemiş, canla başla yavrularını korumaya çalışan anne kuşu çekiyorum binlerce kez... Yine bir yanlışlık olmuştur, telefonu çekmiyordur, havadandır, NERGİZ SUZAN iyi olacak, bahara buluşacağız, hem o yeni kitabını bitirmeden gitmez gidemez bir yerlere..İçimin bir yerleri sızlıyor. Evde isteksizce MSN yi açınca bir arkadaşın başınız sağolsun mesajı...
Herkes büyük kayıplar yaşar. İşte NERGİZ SUZAN da benim yaşamımdaki önemli bir insandı, arkadaşımdı, dostumdu, yokluğu yavaş yavaş yüreğimde daha büyük acılara dönüşüyor, vicdan muhasebelerine dönüşüyor keşke şunu da söyleseydimlere, keşke bunu yapsaydımlara, keşke keşke...NARÇİÇEĞİ mahlasıyla yazan NERGİZ SUZAN'ı özlüyorum, akşam söyleşilerimizi, geleceğini, hayallerini, paylaşmalarını özlüyorum,Yıldıııııız neredesin, diye MSN den diğer sevgili arkadaşımız Yıldız'a, kızlaarr neredesiniz diye ikimize yazdığı çağrıları özlüyorum. Sonra" iyiki" ler geliyor usuma, bloglarda bir yazıdan ödünç alınarak. İyiki seni tanıdım sevgili Nergiz diyorum. Yine de gencecik bir insanın, yaşamı doğayı, insanları bu denli seven bir insanın gitmekliği boğazımı tıkıyor, boğuluyorum. Tanıdın da ne yapabildin...Msn'yi her açışımda o küçücük fotoğrafı, Hollanda'daki hüznünün fotoğrafı ile oradan bakıyor bana ki işte o anda yüreğim yarılıyor...
Ben gidince çok üzülürsün biliyorum demişti bir keresinde. Biliyordu ve hastalığının kötüleştiği aşamaları sanki sakladı. Elleriyle dokuduğu şalıma dokunamıyorum kaç gündür.
Nergiz Suzan Şanlıalp benim İnterne'te Milliyet Bloglarda tanıştığım bir arkadaşım, lisedaşım benden sonraki dönemlerden. Lisedaşım olmasından çok hastalığını anlatan tanıtım yazısı ilgimi çekmiş yüreğime dokunmuştu. Gururlu ve onurlu bir yazı üslubu vardı.Sonra o tanıtım yazısını değiştirmek istediğinde , ona yardımcı olmaya çalıştım. İnsanların kendi hastalığına bakıp üzülmeleri onu üzüyor ama bir türlü değiştiremiyordu. İlk yorumlardan birinde bana ne olursunuz yazışalım diye yazmıştı. Başlayış o başlayış. Ondan sonra neredeyse 3 yıla yaklaşan yolculuğumuzda iki kez de buluşmuştuk. İlk buluşmamız İstanbul'a geldiğinde bir pastanede olmuştu. O günün heyecanından fotoğraf makinesini bile evde unutmuşum. Olacak şey mi? Son buluşmamız olanı da yine aynı yerde. Kitabından konuşmuştuk. Yeni kitap yazacaktı, söz verdi bana. Fotoğraflar çektik ama oturduğumuz masanın iğreti konumu beni çok etkilemişti. Sigara içilmeyen en alt katta merdiven başında ayak altında iğreti bir masa, her an kalkıp gidiverecekmişçesine bir iğretilik.. Yaşama bağlıydı ve yeneceğini düşünüyordu. Sonra güzel kızları izin isteyip gittiler. Onu evine kaldığı yere kadar o upuzun caddede yürümüştük bir sonbahar gecesiydi. Ben de tüm kalbimle inanıyordum yeneceğine. Daha ilk yıllarda , ne olacağı belli olmaz ilerde bakarsın hafızamı da kaybedebilirim diye olasılıkları sıralarken hiç inanmak istememiştim. Öyle durumlara düşmemiş olması beni biraz teselli ediyor.
Neler neler konuştuk sayfalara sığmaz , ciltlere de. Yaşamı,doğayı, canlıları, cumhuriyeti, demokrasiyi ve ailesini arkadaşlarını seven hepsine gönlünde ayrı bir yer açan, haksızlıklara katlanamayan, dünyanın tüm acılarını yüreğinde hisseden, kendisi de çocukluğunda baba hasretleri yoksunlukları yaşamış ve unutamamış, ailesini, eşi Ergun Beyi, o zarif güzel kızlarını canı gibi seven sevgili arkadaşımızı dün 26 Ocak 2010 da uğurladık ikindi de İzmir'den ayaz fakat pırıltılı güneşin ışıltılarıyla Eşrefpaşa camisinden, Karabağlar'a.. Ben orada olamadım nedenini biliyor sevgili Nergiz Suzan, ama sevgili arkadaşımız İlyas Bayram Bey, hem kendi adına, hem de bizim için arkadaşımın toprağına güller attı, kırmızı güller. Sevgili Nergiz Suzan şimdi orada uyuyor NARÇİÇEĞİMİZ, bloglarımızın prensesi,hatıralarımda ise hep yaşatacağım, "anı yaşamaklarda" yaşayacaksın yeniden, yeniden ve her zaman ... yazarların en hası. Uğurlar olsun sana Sevgili NERGİZ SUZAN ŞANLIALP sevgili arkadaşım, gittiğine inanamıyorum...
ezgi umut 26 Ocak 2010 Kadıköy
gülleri , goncaları, bahar gözlü papatyaları, leylakları .... doğayı..... sevgili Nergiz Suzan'ın kendi sözcükleridir bir yorumundan...
Sevgili Narçiçeğimize
Çağlayanlar dondu
buz kesti
asılı kaldı sözcükler
orada geçmişin sızılı
sayfalarından
harf harf döküldüler
buzdan zıpkınlar
yüreğime battı
kar çiçekeleri ağlarken
ve Nergiz'imiz giderken sessizce
yıldızlı gecenin bağrına
yavru kuşların kanat sesleri
yankılandı
arkadaşım gittiğinde
dünya dondu
ve karardı...
ezgi umut 2010 Ocak 30
Etiketler: Narçiçeği, Nergiz Suzan Şanlıalp
26 Şubat 2010 Cuma
YİTİRİLMİŞ Mİ , YİTİRİLİŞ Mİ?
Etiketler: Çeviri Derneği, Herodotos tarihi, Klazomenia, Müntekim Ökmen
5 Aralık 2009 Cumartesi
Dünya Kapitalizmi Nereye Gidiyor
O kadar berrak, o kadar güzel ki bir sürahiye doldurup bardak bardak içesim geliyor havayı. Yürüyorum bahçede. Bir tür oblomovluk yaşadığım bu gün ancak gece yarısı inmişim bahçeye. O da sigaram bittiğinden. Tatlı bir esinti yukarılardan Çamlıca tepesinden kuru bir hava üflüyor bu deniz kentinde. Sigara almışım açık bakkaldan, bari biraz da yürüyeyim diyorum.
Bir tur hızlı yürüyüşle 5-6 dakika sürüyor. Onuncu turda filanım. Güvenlik elemanı gelip sormaz mı "bi şey mi kaybettiniz abla, niye dolaşıyor sunuz? " diye. Uygun yanıtı yapıştırdım hemen, binlercesinden çekip. O anda aklıma Bilgi Üniversitesindeki "Dünya Kapitalizminin geleceği" üzerine yapılan panelde konuşulanlar takıldı bozuk pilak gibi.
"Sosyal güvenlik devletinden uzaklaştıkça sivil güvenlik devletine ağırlık verildiği, ve sivil güvenlik devletinin, yapılan harcamalar nedeniyle daha otoriter bir yapıya bürünmeye başladığı" nın söylendiği geldi usuma. Hangi konuşmacı söylemişti hatırlayamadım birden ama güvenlik şirketi elemanının sorusu aniden sivil güvenlik devletinin otorite çağrısını anıştırdı. Sivil güvenlik devleti ile güvenlik şirketi arasında bir paralellik kurmuş olmalıyım. Niye soruyordu ki bana? Sitede oturduğumu bal gibi de biliyor? Yürüme eylemim nedeniyle bir kimseye açıklamada bulunma zorunluluğu bile yeterince canımı sıktı. Niye açıkladım ki!
Güvenlik sektörü birinci sırayı almış dünyada tabii otorite ve hegemonyasıyla da. Klasik anlamdaki devlet yapısı küçüldükçe, hizmet sektörü bizi korumasının karşılığında otoritesiyle başınızı ağrıtırken, prim de yapıyor.
Bahçemizi çok seviyorum, özgürce dolaşmayı da, kimseye hesap vermeden, canımın istediği saatte. Bitkilere dokununca parmaklarıma, ellerime katmerli kokularının sinmesi hoşuma gidiyor. Kendi diktiğim zakkumların boyumu aşmış olması da. Bi tane de salkım söğüt dikmiştim. Boyu bir metreye ulaşmıştı. Birileri sinek yapar diye söküp attılar ağacımı sorgusuz sualsiz. Nasıl üzüldüm ama hemen başka bitkileri çimlendirmeye başladım şişelerde.
İyisi mi bu bahçe sohbetini burada kesip size duyduklarımı kısa kısa özetleyeyim.Bilgi Üniversitesinde bir panele izleyici olarak katılmıştım da. Ne yazık ki toplantıya kendi ulaşım olanaklarımı kullandığım için ancak yarısında girebildim. Santral İstanbul'un Feshane'nin hemen yakınında olduğunu düşünüyordum ve beş dakikalık bir taksi ya da 20 dakikalık bir yürüyüşle ulaşırım diye ucu ucuna çıkmıştım. Biraz da benzin fiyatlarının artışı sonucu boşalan trafiğe aldanmışım.
Santral İstanbul Haliç'in neredeyse sonunda ama yolculuk bana dünyanın sonu gibi geldi. Vapurda sigara yasak, e taksi de de yasakmış. Ne biçim çifte standartlar var! Bu sınıf farkı yaratmak değil de ne diye düşünüyorum yandaki özel aracında keyifle sigarasını tüttüren adamı görünce. "Zengin yani arabası olan içebilir!" dedi şoför. Ama taksiye binen benim gibi garibanlar da hava çeker. Galiba adam olmaya başladım. Baksanıza havayı sürahiye doldurup içmekler filan....
Salona girdiğimde dünya tarım piyasasını elinde bulunduran 3 büyük tarım şirketi ile bir gübre şirketinin geçen yılın bu dönemine göre katlayan karları ve su sıkıntısı ve kuraklığı da düşündüğümüzde gıda fiyatlarında olacak olan acayip fiyat artışlarından bahsediliyordu Pr Dr Erol Balkan.
Sermayenin Morgage krizinden kaçtığını anlattı. Emtia vadeli işlem borsasına sermaye girişiyle birlikte ciddi spekülasyonlar oluştuğunu söyledi. Anladığım kadarı ile inşaat sektöründeki krizden kaçan spekülatif para, bu sefer de tahıl borsasına girmiş ve nasılsa kuraklık beklentisi, benzin ve dolaylı zamları nedeniyle yükselecek olan tahıl fiyatları üzerinde % 600 lere varan spekülatif beklentiler yaratmaktaymış emtia'da.
2003 'de emtia vadeli işlem borsasında spekülatif amaçla kullanılan sermaye 13 Milyar dolarmış. Şimdiki spekülatif para miktarını tahmin edebilir misiniz? Sıkı durun lütfen! Şimdi kendine yatırım olanağı arayan sermaye ise 260 milyar dolarmış. Yani serseri mayın gibi dolaşan 260 Milyar dolar para var dünyada hani girince bolluk terk ederken de kriz yaratan, anladığım kadarıyla. 5 yıl içinde spekülatif para 20 misi artmış.
Aslında bu artış nereden geldi? Bugün çevre kirliliğinin hesabını kısmen sorabildiği gibi insanlığın , böyle mahfına ve fakirleşmesine insanlık dışı yaşamlara sürüklenmesine neden olan böyle para artışlarının kaynaklarını saptamanın ve hesabını sormanın da günü gelecek mi acaba? İnsan hakları kriterleri içi boş ya da dini etnikçi palavralarla doldurulacak yerde insanca yaşamanın koşullarını sağlayan maddeleri ne zaman dayatacak acaba. Vadeli işlem borsası; fiyatların artmasını bekliyormuş işlem yapmaya başlayınca. Şikago borsasında %73 lerde artış bekleniyormuş. Yani gıda fiyatlarının artmaya başlaması ciddi bir krizin sinyallerini veriyormuş. Bu krizin neden ciddi olduğunu da açıklıyor Pr Dr Balkanlı.
"Bu kriz çok ciddi çünkü içinde açlık var. Bu kriz her yıl 100 milyon insanın açlığa terki anlamına gelir" diyor.
8 trilyon dolar para buharlaşmış bundan önceki krizde ama insan hayatı yokmuş onun içinde.
.
Bu gıda krizi devam edecek ve o bitmeden, yeni bir kriz başlamak üzereymiş. Bu da vadeli işlem borsasında- sıkı durun- su üzerinden yapılan spekülasyonlarmış.
Konuşmacılar şunu da eklediler. Eskiden bu tür konuşmaların kamusal alanda yapılmaması tercih edilirmiş ama artık bu tür konuşmalar "Kamusal Alan"da konuşulacakmış.
"Şom Ağızlı Biliciler gibi artık felaket tellalığı yapacağız." dediler ve eklediler.
"Çünkü piyasalar duydu biz de duyduk!"
Ben de sağolun dedim içimden duyurdukları için. En azından bir vatandaş olarak artık kamusal alanda gerçek sorunların tartışıldığını görmek bir silkinme işareti gibi geldi. Felaket tellalığı bile olsa Kamusal Alan sözcüklerinin artık türbandan başka ve daha hayati meseleler konusunda gündeme geliyor olması günün ironisiydi bana kalsa.
Türkiye'nin su kaynakları bakımından zengin bilindiğini ama önümüzdeki 20 yıl içinde suyun özelleştirilme çalışmalarının başlatılacağından bahsedildi. Hindistanda işçilerin coca cola ile mücadelesini anlatan bir kitaptan bahsetti Pr Balkanlı.
Aslında doğal kaynakların israf edilerek kullanılmasa herkese yeteceğini,dünya genelinde suyun %70 i tarım, % 30 u ise sanayi ve içme için harcandığını, tarıma düşen bu % 70 in % 40 ı ise yanlış sulama nedeni ile israf edildiğini de öğrendim.
Sürdürülebilir kalkınma diye literatüre giren yeni sözcükler üzerine öğrendiklerim:
"Rekabete dayalı ve kar motifli piyasa ekonomisinde kalkınmanın sürdürülebilir olması mümkün değil!" dedi Pr Balkanlı.
Amerika'da ekonominin motoru tüketim. Ortalama bir Amerikan vatandaşı ortalama dünya vatandaşının tüketiminin 20 mislini yapıyormuş.
Dünya çapında tüketimin eşitlenmesi gerekirmiş. Ee herkesin ortalama Amerikan vatandaşının tüketimi kadar tüketim yapması için, o kadar kaynak yok. Bu durumda tüketim kısılacak. Amerika tüketimi kısarsa Çin'e en büyük darbeyi vurmuş oluyormuş. Çünkü tüketilen mal en çok Çin'den geliyormuş. Öte yandan Amerika Kyoto protokolünü imzalamamış tek Batılı ülke. Devamlı doğayı tüketiyoruz. Bu nedenle sürdürebilir kalkınma piyasa ekonomisi ve neoliberal poltikalarla sürdürülemez. dendi.
Neoliberal politikalara bir karşı çıkış varmış Latin Amerika ülkelerinde. Orta Amerika'da kapitalist tarıma karşı alternatif küçük işletmeler permaculture bir yaşam biçimi olarak dizayn ediliyormuş.
Organik tarım üzerine araştırmalar yaparken bu permaculture tarımla ilgili çalışmaları da okumuştum internetten.
Dikkatten kaçan bir konu da İşsizlik oranı küçükmüş gibi görünmesi. Oysa %10 lardaki işsizlik oranı krizin bu aşamasında % 12 ye çıkmış. Kayıtlı iş gücü 3 milyon insanmış. Üniveriste öğrencileri arasında bize ne olacak beklentisi varmış. Beklentisi diye not almışım ama ben kaygısı diye düzeltmek isterim. 4 gençten biri işsizmiş şu anda. Bir türlü çözülemeyen sorun DIŞ AÇIK mış çünkü.
Biz Amerika'ya benzermişiz ama farkımız, bizim ihracat odaklı olmamız imiş... ( bu durumda daha çok Çin'e benzemiyor muyuz?) İhracat görünmedik bir hızla artarken, gelir dağımının bozukluğu dolaysıyla lüks tüketime yönelik ithalat da ihracattan çok daha hızla artıyormuş. (Çin'e benzemiyoruz tamam!)
Bu yılın ilk 3 ayı itibariyle Dış açık 12 Milyar dolar. Ve şu an yani, mayıs sonu itibariyle 41 Milyar dolarmış. Yıl sonun da 50 milyar doları aşacakmış bu durumda. Daha fazla olmaz mı diye düşünüyorum. Eğer dünya ekonomileri durgunluğa girmişse, yatırım ve tüketim için olumsuz etki yapıyorsa, dış kaynak da dar boğaz'a girermiş. Mali olmayan özel kesimin dış borcu görülmedik bir hız-la artıp 100 Milyar doları geçmiş durumdaymış. Bu denli borçla yeni borç bulması güçmüş.
Bu istihtamda düşüş ve tezgahların kapanmasında artış demekmiş. Bu durumda hükümet devreye girermiş. Enflasyonun arttığı, ham petrol ve gıdanın arttığı yani bi tarftan durgunluk , bi tarftan enflasyon olan bu durumda Neoliberal politikalar bitmiştir dendi. Türkiye'de hükümetle merkez bankası arsındaki çatışma kaçınılmazdır. Faiz yükselişini sürdürecektir ve bu yükseliş ikinci bir negatif etki yaratacaktır. Bu durumda özel kesime istihdam için kaynak çıkartılmalıymış. ( Özel kesime kaynak çıkarılınca bu seçim arpalığına dönümez mi çabucacık bu bir. İkinci olarak da özelleşme hani kamburun atılamasıydı ?) Bu durumda hükümet o meşhur mali disiplinlerinden sapıyormuş.
% 6.5 olan faiz dışı fazla daha şimdiden %3.5 a inmiş. Daha fazla da indirilecekmiş. Türkiye'de iktisadın değil siyasi problemlerin tartışıldığını vurguladı konuşmacı. ( burası çoook önemli bir saptama değil mi?) Yani kamu alanı bu tür iktisadi tartışmalara kapatılmış. ( Bu kapatma bana göre iktisadi sorunların yerine inançlarla ilgili yapay sorunların tartışılması ve önemli iktisadi kararların eşiğinde gündemlerin saptırılması, grevlerle ilgili olumsuz tutumlar...) Bu olayda en çok zarar gören işçi sınıfının grevlerinin artacağı, ülkenin sınflar arası çatışmaya sürüklenebileceği olasılıkları söylendi. Kimlikler üzerinden süren tartışmaların içersine bunun da katılabileceği olasılığından bahsedildi.
( Nedense çıkaran hükümetin başını yiyen ve geri alınan toprak reformu geliyor usuma.)
Konuşmacılardan bir diğeri, kelimeyi ( hegemonya) kullanmayı pek sevmese de "hegemonya değişimi " olacağından ve yeni bir dünya düzeninden bahsetti. Dünyanın doları rezerv para olarak kullanmayı bırakması gibi olasılık görünüyormuş ufukta anladığım kadarıyla. Avrupa euro'ya sıkı para politikaları uyguladığı için onun da rezerv para olamayacağı fakat bir rezerv para yelpazesinin söz konusu olabileceğinden bahsedildi. Rezerv para olan paranın sahiplerinin o parayı dünyaya gerektiğinde konfeti gibi serpebilecek yetkinlikte olması lazımmış. Bunu anladım. "Şanghay Beşlisi ile savaş olur mu?" sorusuna yanıtın içinde verilmişti bu bilgiler ve önümüzdeki 10 yıl içinde Şanghay Beşlisi ile savaş olma olasılığı yokmuş.
Şimdi burada Petrodoların Sonu* ki tanıtım için yazdığım bloğu aşağıdaki linkte veriyorum;
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=55681
adlı kitabı anımsadığımda, orada Chavez'in yapmaya çalıştığının tam da bu olduğunu yani Opet alımlarının dolar üzerinden yapılması kuralını bozmaya çalıştıklarını ve bu konuda İran'a destek verdiklerini de ben hatırlatmadan geçemeyeceğim. Tabii ki bu Suudi Arabistan'ın pek hoşuna gitmiyor. Yani Şanghay Beşlisi her kimlerse onlarla savaş görünmese bile, petro -doların sonunu getirmek isteyen İran'a; Amerika'nın bir yolunu bulup savaş açma olasılığı ve belki de Chavez üzerinde bazı planları olması hala çok kuvvetli desem bana inanan olur mu acaba?
Pr Dr Nurhan Yentürk , büyüme artışı ile istidam artışı sağlanamadığından bahsetti. Teknik gelişme ve büyüme ille de insan kaynakları kullanımını gerektirmiyormuş. Üretim sektörü payında ve sanayi payında azalma varmış. Hizmet sektörü yükselişte. Ortaya çıkan bildiğimiz istihdam artışı mevsimlik, yarı zamanlı, ya da evden çalışma gibi formlar işsizliği arttırıcı etki yapıyormuş.
İşgücü niteliğinde değişik özellikler ortaya çıkıyormuş. Örneğin bir dönem çalışmakta olan mekanik işçisinin, değişim- yatırım süreci ile kendisini işsiz bulması gibi. Nitelikte değişmelerin ihtiyaçta azalmaları beraberinde getirdiğini söyledi Pr dr Yentürk.
Böylece iş bulma umudu olmayan bir insan kitlesi ortaya çıkıyor. Nasıl ki çevre felaketinden önce insan doğayı,aldı, kullandı, posasını çıkartıp bir köşeye attı aynı şey bu insanlar içinde geçerliymiş. ( Belli bir dönem kullanılıp daha sonra bir köşeye fırlatılıp işsiz kalan kitleler.)
Büyüme- istihdam paketi açıklaması ile aşılamayan yeni bir kitle varmış. Eğitimli işsizler de genç iş gücünde %20. Üniversitelerin hiç de ihtiyaç olmayan alanlarda diploma dağıttığını söylemek gerekiyor.
Küreselleşme tam istihdam dönemindeki en önemli dengeleri dağıtmıştır. Çalışma hakkı, sosyal güvenlik hakkı, kollektif kazanılan haklardır. Şimdi duruma baktığımızda, bunların bireyselleşmeye gittiğini görüyoruz.
Birey iş bulursa ve primini ödeyebilirse, geleceğini ve emekliliğini güvence altına alabilir. Hala çalışmaktan kaynaklanan sosyal güvenlikler var. Yükümlülük eşiği çok aşağıda. Temel birtakım güvenlikler, üstü bireysel olarak yapılan harcamalarla karşılanabilecek olan bir şey. Geleceklerin ne olduğu hakkında bir belirsizlik var. 55 yaşındaki insan işini kaybetmişse 65 yaşına kadar bekleyecek ve çok da fakir olmadıkça sosyal yardım alamayacak.
Bu yazıyı yazalı nerede ise 1 ayı geçmiş ama sanırım tamamlayamayacağım, sıkıldım artık, bu durumda yayınlamalıyım. Yazıda aktardıklarım içinde katılmadığım noktalar da vardı ama kalsın...
Aynı burgaçlı serinlik, bu gece de perdeleri havalandırıyor. Bu yaz İstanbul; İstanbul kadar güzel...İzmir'in imbatı da konuk olmuş kentimize...
KAYNAK:
4 Haziran 2008' de İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası Ekonomi Politik Yüksek Lisans Programı’nın Santral İstanbul yerleşkesinde düzenlediği "Dünya Kapitalizmi Nereye Gidiyor" konulu panelden aldığım notlardan derlenmiştir.
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=55681
kaynak
http://blog.milliyet.com.tr/Blogum.aspx?BlogNo=119712
Etiketler: Bilgi Üniversitesi, büyüme- istihdam, Chavez, dış açık, emtia, Erol Balkanlı, Feshane, hegemonya, kapitalizm, Neoliberal, Petrodoların sonu
3 Aralık 2009 Perşembe
8.Akdeniz Edebiyat Festivali

Etiketler: 8.Akdeniz Edebiyat Festıvali, Özdemir İnce, Rotterdam, Sahne sanat vakfı
30 Kasım 2009 Pazartesi
Türkiye'deki YOUTUBE yasağı AİHM 'de
İç hukuk yolları tüketildi.
You tube yasağı konusunda TC mahkemelerine yapılan iki başvurudan ilki gerekçeli , diğeri ise gerekçesiz olarak reddedildi.
INETD, youtube yasağı konusunda iç hukuk yolları tüketildiği için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurdu.
Başvuruyu 20 kasım 2009 tarihinde derneğin avukatlarından Nihad Karslı yaptı.
AİHM'sine başvurunun ana noktası, yasaklamanın sözleşmenin 10. maddesi
olan İfade Özgürlüğünü ihlal etmesidir.
Başvuru dilekçesini http://inetd.org.tr/yasaklar.php
adresinde bulabilirsiniz.
Bu konuyla ilgili linkler:
http://inet-tr.org.tr
http://inetd.org.tr
http://blog.akgul.web.tr
http://inet-tr.org.tr/inetconf14/ İnternet Konferansı Bİlgi Üniversitesi 12-13 Aralık 2009
Türkiye'de YOUTUBE YASAĞI ' NIN tarihçesi:
Youtube.com webi 05/05/2008 tarihinde sakıncalı bulunan 10 video nedeniyle 5651 nolu yasa yoluyla tedbir olarak kapatıldı.
Söz konusu videoların bazıları youtube tarafından tamamen kaldırıldı.
Bazıları ise sadece Türkiye’den erişime kapatıldı.
Bu süre zarfında herhangi bir yargılama yapılmadı; dava açılmadı, savunma alınmadı.
Tedbir kararı yenilenmesi gerektiği halde yenilenmedi.
Ana ilgi alanı internet olan İnternet Teknolojileri Derneği – INETD, bu yasaklamadan zarar gören üyeler ve misyonu gereği tüm ülke ve bizzat kendisi adına, bu yasaklamanın hukuka ve kamu yararına aykırı olduğunu düşündüğü için İnternet'in doğum gününde yazılan bir dilekçeyle yasaklama kararını veren mahkemeye itiraz edildi.
Mahkeme, itirazın kararın ilk haftasında yapılması gerektiği gerekçesiyle itirazı reddetti.
Bir üst Mahkeme , gerekçelerimizle yaptığımız itirazı hiçbir gerekçe ve görüş belirtilmeden reddetti. .
Ülkemizde itiraz edebileceğimiz başka makam kalmadığı için AİHM’ne başvurmak zorunda kaldık.
İNETD başkanı Pr Dr Mustafa Akgül'ün açıklamalarını özetledik. Aşağıda ise Youtube kullanımı konusundaki görüşleri yer alıyor.
YOUTUBE YASAĞI konusunda İNETD Başkanı Mustafa Akgül 'ün açıklamalarının devamı :
AİHM 'sine başvurumuzun ana noktası, yasaklamanın sözleşmenin 10. maddesi olan İfade Özgürlüğünü ihlal etmesidir. Yasaklanmak istenilen videolara nesne temelli filtreleme uygulama mümkün iken bu uygulanmayarak, tüm yurttaşlarımızın bu uluslararası paylaşım ortamından yararlanmaları, bu ortamda kendilerini ifade etme özgürlüklerine orantısız bir şekilde kısıtlanmaktadır. Yasaklama Sözleşmenin 6. maddesine aykırı olarak sakıncalı videolarla hiçbir bağlantısı olmayan kişilere kısıtlama getirilmekte, hiçbir yargılama yapılmadan bir tedbir kararı kesin bir karar gibi uygulanmakta; bundan zarar gören kişilerin hakkını arama hakkına sınırlama getirmektedir. Verilen tedbir kararı kısa bir süre için geçerli olması gerekirken, tedbir kararı yinelenmeden Mayıs 2008 'den beri uygulanmaktadır. Tedbir kararı öncesinde de ne bir savunma alma çabası olmuş, ne de bilir kişiye başvurulmuştur. Bir başka deyişle, bu yasaklama kararı uygulanmasının bir Hukuk Faciası olduğu kanısındayız.
Herhangi bir yargılama yapılmamasına rağmen, bazı kişilerin youtube.com'a yüklendiği birkaç video nedeniyle milyonlarca masum Türkiye vatandaşı cezalandırılmakta ve yasaklamaya itirazı gözönüne alınmamaktadır. Türkiye'de yaşayan birey ve kurumlara; ve Türkiye' de yaşayan kurumlara ulaşmak isteyen dünya üzerindeki herhangi bir aktörün sosyal ağ oluşturma, iletişim kurma özgürlügüne kısıtlama getirilmektedir.
Yasaklama 1 nolu Protokol'un 2. maddesindeki Eğitim Hakkına sınırlama getirmektedir. Youtube üniversitelerin, uluslararası kuruluşların ders ve benzeri malzemeleri koydukları ana dağıtım kanalı olmuştur. İnternet yaşamın tüm boyutlarını kapsadığı için, internete getirilen bir kısıtlama en başta iletişim özğürlüğüne getirilen bir kısıtlamadır. Bunun doğal sonucu, yukarıda belirtilen ifade, adil yargılama ve öğrenme özgürlüğü dışında, kendini geliştirme, iş yapma, eğlenme gibi özgürlüklere kısıtlama getirilmektedir. *İnternet bugün bir toplanma ve örgütlenme ortamıdır.* Siyasi partiler, Sivil Toplum Kuruluşları interneti kendi aralarında haberleşmenin ötesinde, politik faaliyet ortamı, kamuoyundan geri besleme ortamı, kendileri ifade etme tanıtma ortamı olarak kullanmaktalar. Obama'nın ve daha önce Howard Dean'ın interneti politik örgütlemede kullanmaları, bu konuda teorilerin geliştirilmesine, kitapların yazılmasına neden olmuştur. Youtube.com, facebook ve twitter gibi sosyal ağlar bu çabada öne çıkmışlardır. Youtube'un kapalı kalması Sivil Toplum ve Siyasal aktörlerin örgütlenme özğürlüğüne sınırlama getirmektir.
Yasaklar Konusunda Ne Yapılmalı ?
İNETD başkanı Mustafa Akgül aşağıdaki açıklamaları yaptı:
1 . Youtube yasağını şu anda kaldırmanın en kolay yolu, Türkiye'nin Uluslarası hukuka uyması, ve mahkememelerimizin yetkisinin Türkiye sınırları içinde olduğu ve dolayısyla, İnternetin Türkiyeden görünün yüzü ile ilgili kararlar vermesidir. Yasağa neden olan videolar ya tammen kaldırılmış, yada Türkiye'den erişimi youtube tarafından sağlanmıştır. Türkiye'nin yasa ve yönetmeliklerde bir tanım değişikliği ile bu sorunu çözebilir.
Görev Siyaset Kurumlarında ve Hükümettedir
2.
Youtube gibi milyonlarca kişinin kullandığı, milyonlarca nesnenin bulunduğu weblerin en başta tümden kapatmak yerine, sakıncalı bulunan nesnelere erişimi engellemek mümkündür. BTK bunu yapacak idari, mali ve teknik beceriye sahiptir. Kamuoyunun yeterli baskı yapmaması nedeniyle gündeme alınmamaktadır.
3.
Sakıncalı içerikle devletin değil, yurttaşın uğraşması demokrasilerde esastır. 5651 nolu yasanın ana motivasyonu gençleri sakıncalı içerikten korumaktır. Bunun etkin yolu vatandaşı bilgilendirmek, ve sakıncalı içeriği filtrelemeyi vatandaşa bırkmaktadır. Servis sağlayıcılar bu hizmeti şu anda vermekteler. Bunu teşvik etmek, ücretsiz yazılım dağıtmak, insanları bilgilendirmek en doğru yoldur.
4.
Sakıncalı içerikle, devletin yavaş ve esnek olmayan yapısıyla uğraşmak yerine sivil toplum kuruluşları yoluyla öz-denetim, ortak-denetimle mücadele etmek daha etkin ve demokratik olacaktır.
5.
Bu işler icin 1-2 tane uzman mahkeme kurmak, Sivil toplum ve üniversitelerle iş birliği yapmak en sağlıklı yoldur. Bu sorunlar, çözümü kolay olmayan, tüm dünyanın çözüm aradığı sorunlardır. Bunun altında da İnternetin tüm dengeleri bozan Devrimsel bir gelişme olması yatmaktadır.
Kısaltmalar
İNETD İnternet Teknolojileri Derneği
BTK Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (Ulaştırma bakanlığına bağlı)
AİHM Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
İnternet Konusunda ve yasaklarla ilgili diğer yazılarımız:
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=189193
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=188407
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=178109
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=178109
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=182300
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=177190
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=148203
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=146309
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=140864
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=140847
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=132950
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=140072
Etiketler: gerekçesiz red, hukuk, YOUTUBE, youtube yasağı
25 Kasım 2009 Çarşamba
Sinemamızın iki büyük divası Sezer Sezin ve Muhterem Nur 'a onur ödülü
Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin 28 Kasım - 4 Aralık 2008 tarihleri arasında üçüncüsünü gerçekleştireceği Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali’nde, sinemamızın iki büyük divası Muhterem Nur ve Sezer Sezin, Sinema Onur Ödülleri’nin bu yılki sahipleri oluyor.
Her yıl Türk sinemasına emeği geçen sanatçılara verilen Onur Ödülleri’nin bu yıl, Semir Aslanyürek, İzzet Günay, Sevin Okyay, Necip Sarıcı, Ali Sönmez ve Fırat Yücel’den oluşan Festival Danışma Kurulu’nun oy birliği ile Türk sinemasının gelişimine katkılarından dolayı Muhterem Nur ve Sezer Sezin’e verilmesi kararlaştırılmıştır.
Sanatçılar, Türk Sinema Tarihi’nde ‘Sinemacılar Dönemi’ olarak bilinen 1949-1959 yılları arasında oynadıkları filmlerde, teatrale kaçmayan doğal oyunculukları; oynadıkları karakterlere kattıkları güçlü etki ile sinemamızın ilk kadın starları olmalarının yanı sıra, ithal filmlerin sinema salonlarına seyirci çektiği bir dönemde, Türk seyircisinin yerli filmlere olan ilgisini arttırmasına yönelik sağladıkları katkı ile bu ödüle değer görülmüşlerdir.
Muhterem Nur ve Sezer Sezin’e ödülleri, 28 Kasım 2008’de Bursa Merinos Kültür Merkezi’nde yapılacak olan festivalin Açılış Gecesi’nde verilecektir.
Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali’nde iki yıldır verilen Onur Ödülü’nün sahibi geçtiğimiz yıl Fatma Girik olmuştu. Girik ödülünü, ilk festivalde Umut Ödülü’nün sahibi olan genç yönetmen Çağan Irmak’ın elinden almıştı.
SEZER SEZİN
25 Ekim 1929’da İstanbul Eyüp’te doğdu. Asıl adı Mesrure Sezer’dir. İlk ve orta öğrenimini Eyüp’te tamamladı. Tiyatroya olan ilgisi nedeniyle bale dersleri almaya başladı. 11 yaşında Eminönü Halkevi Tiyatro kolunun sahnelediği “Kral Oidipus” adlı oyunda kralın kızı rolüyle ilk kez sahneye çıktı. 1945’te o günler için Balkanların en büyük revüsü adıyla anılacak olan Atilla Revüsü bale grubuna katıldı. Bir yıl sonra Vedat Örfi Bengü ile birleşerek Sezer Tiyatrosu’nu kurdu. Tiyatro bir yıl süreyle turneler yaptı, fakat dağıldı.
Sezer Sezin sinemaya 1944’de “Hürriyet Apartmanı” ve 1945’de “Köroğlu” ve “Yayla Kartalı” filmlerinde küçük roller alarak başladı. Asıl çıkışını 1946’da kuruluşunda da yer aldığı ‘Erman Kardeşler’ şirketi adına çekilen “Damga” filmiyle sağladı. Sanatçı Lütfi Ö. Akad yönetiminde başrol oynadığı “Vurun Kahpeye” adlı film ile büyük başarı kazandı.
“Arzu ile Kamber” ve “Tahir İle Zühre” adlı filmler için 6 ay Bağdat’ta çalışmalar yaptı. Bu filmlerde birlikte rol aldığı Kenan Artun ile 1952 yılında evlendi. Lütfi Ö. Akad, Atıf Yılmaz, Semih Evin, Memduh Ün, vs. gibi yönetmenleri sinemaya kazandırdı. 1955’de Film Dostları Derneği tarafından “yılın en başarılı kadın oyuncusu” ödülünü kazandı.
1956’da Kenan Artun ve İlham Filmer ile ortaklaşa ‘Türk Eksport Film’ adıyla bir şirket kurarak yapımcılığa başladı. Yapımcı olarak üç film üretti. Bunlar arasında yer alan “Kıbrısın Belalısı Kızıl Eoka” adlı filmle Türk sinemasında Kıbrıs sorununa ilk kez değindi. Fakat film Kıbrıs konusunda Türk-Yunan ilişkilerinde oluşan iyileşme nedeniyle seyirciye fazla ulaştırılamadı.
1959’da Metin Erksan’ın, daha sonraları aynı adla anılmasına sebep olacak filmi “Şoför Nebahat” ile büyük başarı kazandı. 1961’de İstanbul’da çekilen “Tenten İstanbul’da” ve “Ölümsüz Kadın - L’immortelle” adlı iki Fransız filminde rol aldı. 1965’de İzmir Fuar Filmleri Festivali’nde “en iyi kadın oyuncu” ödülünü alan Sezer Sezin, 1967 yılından henüz çok genç bir yaştayken sinemadan uzaklaştı.
Türk sinemasında her zaman güçlü kadın rolleriyle kendisini kabul ettiren sanatçı bu tarihten sonra 1965’de evlendiği ikinci eşi Üner İlsever ile birlikte Kadıköy İl Tiyatrosu adı altında bir grup kurarak temsiller vermeye başladı. Başarılı oyunları arasında “Ya Beni Öpersin”, “Nazırın Karısı”, “Yanlış Adres” vs... gibi oyunlar sayılabilir.
1970’lerin ortasına kadar devam eden tiyatro çalışmalarının ardından sanatçı bir süre deri ticareti işine girdi.
Sezer Sezin, 1984’de 21. Antalya Altın Portakal Film Festivalinde onur ödülü ve 1993’de 12. İstanbul Film Festivali jüri onur ödülünü almıştır. Sanatçı sinemayı bırakışından 40 yıl sonra sessizliğini bozarak Safa Önal’ın “Hicran Sokağı” adlı filminde konuk oyuncu olarak yeniden kameralar karşısına geçti.
Filmografi
1944 Hürriyet Apartmanı
1945 Köroğlu
Yayla Kartalı
1948 Damga
1949 Vurun Kahpeye
1950 Allah Kerim
Lüküs Hayat
1952 Arzu İle Kamber
Tahir İle Zühre
1954 Kaçak
1955 Dağları Bekleyen Kız
1956 Kalbimin Şarkısı
Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi
1958 Altın Kafes
Meçhul Kahramanlar
Meyhanecinin Kızı
1959 Ana Kucağı
Kıbrısın Belalısı Kızıl Eoka
Şoför Nebahat
Vatan Uğrunda
1960 Dişi Kurt
Rüzgâr Zehra
1962 Üç Tekerlekli Bisiklet
1964 Cehennem Arkadaşları
Şahane Züğürtler
Şoför Nebahat ve Kızı
1965 Kanlı Meydan
Şoför Nebahat Bizde Kabahat
1966 Asker Anası
Sırat Köprüsü
1967 Turist Zehra
2007 Hicran Sokağı
MUHTEREM NUR
1932’de Yugoslavya’nın Manastır (Makedonya - Bitola) şehrinde doğdu. Anne ve babasını hiç tanımadı. Yugoslav hükümetinin aşırı baskıları altında kalan Manastır Türkleri arasında başlayan göçle birlikte oda çok küçük yaşlarında ailesinin geri kalanıyla Türkiye’ye göç etti. Diğer göçmenlerle birlikte önce Tekirdağ’a yerleştirildiler. Fakat tüm servetini orada bırakan ailesi yaşadığı zor şartlara daha fazla dayanamayıp İstanbul Eyüp’e gelir.
Asıl adı Aysel Muhterem Kısa olan sanatçı ilköğrenimini Eyüp 36. İlkokulunda yaptı. Uzun yıllar fabrika işçisi olarak çalıştı. Sinemaya o günlerde tesadüfen tanıştığı ünlü ses sanatçısı ve aynı zamanda dönemin en büyük film yapımcısı Halk Film’in de ortağı olan Suzan Yakar Rutkay’ın desteğiyle 1950’de “Yıldızlar Revüsü” adlı filmde figüran oyuncu olarak çalışmaya başladı.
Figüran oyunculuğuna daha sonraları “Kanun Namına”, “Aşk Besteleri”, vs. gibi filmlerde devam etti. Aynı yıl Halk Film Şirketi desteğinde “Kore’de Türk Kahramanları” ve “Boş Beşik” adlı filmlerle başrole yükseldi.
Muhterem Nur “Günahkâr Baba”, “Piç / Kahpe Dünya”, “Yetimlerin Ahı”, “Yetim Yavrular”, “Köy Canavarı”, “Ceylan Emine”, “Gelin Ayşem”, “Yavrularımın Katili”, “Yetim Ömer”, “Zeynebin Aşkı”, vs. gibi pek çok filmle Türk sinemasını Anadolu seyircisine sevdiren isim oldu. Münir Hayri Egeli, Memduh Ün, Dr. Arşavir Alyanak, Muharrem Gürses ve Sırrı Gültekin gibi yönetmenlerle çalıştı.
Türk sinemasının ünü ülke sathına yayılmış ilk ve gerçek starı olan Muhterem Nur, filmlerinde kent soylu kadın tipinin dışına çıkarak daha çok ezilen ve yok sayılan kadın tiplemesiyle tanındı. Yeşilçam’ın en çok ağlayan, en çok ağlatan, mendil parçalatan kadını olarak tanınan Muhterem Nur, 1950’li ve 1960’lı yıllarda her ne kadar kayıt altına alınmamış olsalar dahi hâsılat rekorları kıran filmleriyle Türk sinemasının seyirci profiline en çok katkıda bulunan en önemli kadın oyuncularından biridir.
Muhterem Nur’un özel yaşamı da sanki filmlerdeki gibi kırıklıklarla, kırgınlıklarla ve yalnızlıklarla doluydu. Sanatçı o günlerin bonoyla çalışan film şirketlerinin çalışma ve ödeme şartlarından bıkmıştı. 1965 yılından itibaren sinema çalışmalarını azaltarak dansöz olarak sahneye çıkmaya başladı.
1967’de ise şarkıcılık yapmaya başladı. Muhterem Nur, 1972 yılında 4. Adana Altın Koza Film Şenliği’nde “Kara Gün” filmindeki rolüyle “en iyi yardımcı kadın oyuncu” ödülünü kazandı. 1970’li yıllarda daha çok küçük gazinolarda ve turne ekiplerinde şarkıcı olarak çalışan Muhterem Nur, 1981 yılında, ileriki yıllarda arabesk müziğin “baba” lakaplı sesi olacak olan Müslüm Gürses ile tanışarak hayatına yeni bir yön çizdi. İki sanatçı 1985 yılında evlendi. Sanatçı halen anılarla dolu mutlu bir yaşam sürmektedir.
Filmografi
1951 Beni Mahvettiler
Kore’de Türk Kahramanları
Yıldızlar Revüsü
1952 Aşk Besteleri
Boş Beşik
İstanbul Havası
Kanun Namına
Sabahsız Geceler
Söz Müdafaanın
1953 Bu Nasıl Aşk
Cinci Hoca
Kara Davut
Sarı Zeybek
1954 Canlı Karagöz ve Mihriban Sultan
Nasrettin Hoca
Son Şarkı
1955 Günahkâr Baba
Hayatımı Mahveden Kadın
Izdırap Şarkısı
Kara Sevda
Karacaoğlan
Kaybolan Gençlik
Yetim Yavrular
1956 Bırakın Yaşayalım
Köy Canavarı
Piç / Kahpe Dünya
Sazlı Damın Kahpesi
Yetimlerin Ahı
Zeynebin İntikamı
1957 Annemin Gözyaşları
Ceylan Emine
Gelin Ayşem
Ham Meyva
Yavrularımın Katili
Yetim Ömer
Zeynebin Aşkı
1958 Acı Sevda
Aşık Garip
Ayşe’nin Çilesi
Çoban Kızı
Funda
Sevda Çeşmesi
Üç Arkadaş
1959 Aşk Rüyası
Aşkın Acıları
Aşkın Gözyaşları
Ayşecik
Ben Bir Günahsızım
Ben Kahpe Değilim
Kaderim Böyleymiş
Son Yolcu
Üç Kızın Hikâyesi
Yeşil Kurbağalar
1960 Ateşten Damla
Ayşem Kınalı Gelin
Can Mustafa
Mahallenin Sevgilisi
Meryem
Şeytan Kız
Talihsiz Kız
Yak Bir Sigara
1961 Bitmeyen Mücadele
Biz İnsan Değil Miyiz
Çılgın Aşk
Derbeder
Gönlüm Yaralı
İki Yetime
İnleyen Dağlar
Kadın Asla Unutmaz
Kül Kedisi
Ölüm Film Çekiyor
Sabırtaşı
Seni Benden Alamazlar
Unutamadığım Kadın
Yaman Gazeteci
Yavru Kuş
Yedi Günlük Aşk
1962 Ağlama Sevgilim
Aşk Bekliyor
Belki Bir Sabah Geleceksin
Beş Kardeştiler
Çifte Kumrular
Çiğdem
Derdimden Anlayan Yok
Genç Osman
Gurbet Yolcuları
Kader Yollarımızı Ayırıyor
Kaldırımlar Üstünde
Kayıp Kızı Ayla
Kelle Koltukta
Köyün Güzeli
Mağrur Kadın
Meteliksiz Âşıklar
1963 Ali Derler Adıma
Ayşecik Fakir Prenses
Beni Osman Öldürdü
Bir Öpücük Ver Bana
Can Pazarı
Çapraz Delikanlı
Kezban
Kızlar Büyüdü
Nişan Yüzüğü
Ölüme Çeyrek Var
Yaralı Ceylan
1964 Altın Kelepçe
Anne Çok Gördü Felek
Baba Hasreti
Erkekler Ağlamaz
Fabrikanın Gülü
Günah Bende mi?
Güzel Kadınlar Çetesi
Hayat Kavgası
Izdırap Çocukları
Koçero
Manyaklar Köşkü
Nem Alacak Felek Benim
Paylaşılamayan Sevgili
Son Karar
Yüz Karası
1965 Dağ Çiçeği
Ekmek Kavgası
Hz. Eyyubun Sabrı
Horoz Nuri Çapkınlar Kralı
Şeker Hafiye
Veysel Garani
Yaralı Kartal
1966 Yiğit Yaralı Olur
Zalimler
1967 Ali’yi Gördüm Ali’yi
Ecelin Geldi Yavrum
Erkek Adam Sözünde Durur
Garipler Sokağı
Kanunsuz Toprak
Koca Dağlı
Nemli Dudaklar
Sevda
1968 Eşkıya Kanı
Kabadayı
Karagözlüm Efkârlanma
Urfa-İstanbul
1969 Ana Mezarı
Bana Derler Fosforlu
Reyhan
İki Günahsız Kız
Kanlı Gelinlik
Şen Ola Düğün Şen Ola
1970 Babaların Günahı
Öksüz Gülnaz
Sevenler Ölmez
Yanık Kezban
1971 Kara Gün
1972 Gecekondu Rüzgârı
Şehvet Kurbanı
1973 Kaderim
1974 Ayyaş
Bacım
Eski Kurtlar
1980 Zeytin Gözlüm
1982 Son Akın
1984 Sev Yeter
1985 İkizler
1986 Küskünüm
Basın Bülteni
afiş kaynak:
http://www.xvidheaven.com/anilardan-silinmeyenler/2096-vurun-kahpeye-1949-sezer-sezin-temel-karamahmut-settar-kormukcu.html
www.sinematurk.com/film_genel/4720/Kocero
Etiketler: Bursa İpek Yolu, Muhterem Nur, Semir Aslanyürek, Sezer Sezin
18 Kasım 2009 Çarşamba
Uzak Bir Rüya
Şimdi kaç yaşında olacaktı öldürülmeseydi o güzel adam ?
Katilleri yakalandı mı, yargılandı mı, adalet yerini buldu mu? Yerini bulan adalet var mı, öldürüleni geri getirebilen adalet?
"Onun için yaptığım bestenin adı Uzak Bir Rüya..." diyor kızı Mehveş Emeç Birol *
Reverie -Uzak Bir Rüya**
Bir sabah uyansam
Yanımda seni bulsam
Saçımı okşayan
Ellerine sarılsam
Dur deyip zamana
Kalabilsem öylece
Sımsıkı sarılsam
Bir daha gitme diye
Sensiz geçen günler
Bitmek bilmiyor
Yıllar geçse bile
Acım dinmiyor
Söz ver bana söz ver ne olur
Ayrılmak yok artık de
Bir gün yine karşılaşırsak
Ayrılmak yok artık de
Çetin Emeç'in ölümünün 15. yılı için Doğan Kitap'ın Mart 2005 de yayımladığı Genel Yayın Yönetmeni Çetin Emeç (1935-1990) adlı kitapdan aktardım yukardaki dizeleri ve şu anda kitapçıkla birlikte verilen Uzak Bir Rüya Cd'sini dinliyorum. Piyano da Mehveş Emeç ve şarkıyı da Yavuz Bingöl seslendirmiş.
"Onun aramızdan alan hain tetikçinin hala belli olmadığı bir zamanda arkadaşımız Çetin Emeç'inölümünün 15. yıldönümü anısına yayımlanan bu kitap, arkadaşımızı kuşaktan kuşağa yaşatacak, anlatacak bir belge. Keşke böyle bir yazı onun ölümü üzerine değil, mesleği üzerine kaleme aldığım mutlu bir yazı olsaydı." diyor Dilerim "Son Acı Yazı Olsun" başlıklı yazısında Aydın Doğan.
Yıllar ne çabuk akıp geçmiş. Çetin Emeç gideli daha doğrusu hain kurşunlarla aramızdan ayrılışının üzerinden tam 18 yıl geçmiş. Anı kitabının üzerinden bile 3 yıl geçmiş. Ne kadar hızlı akıyor zaman. Dileklerimiz tutmadı ne yazık ki. Ondan sonra da pek çok değerli gazeteci yaşamını kaybetti kanlı katiller eliyle.
"Çetin Emeç'in gazete yazılarından bir demet oluştururken onun sesini en iyi yansıtacak örnekleri bulmaya çalıştım" diyor Haluk Şahin.
CD'yi kaçıncı dinleyişim. Ölümü kabullenmek zordur hele bir cinayeti kabullenmek daha da zor olanı.Hele çocukların kabullenmesi daha da zor. Burada hukukun ne kadar önemli olduğu bir kez daha çarpıyor yüzümüze...
Çetin Emeç'ten seçilmiş makaleleri okuyorum tek tek. Teröre karşı direniş, din istismarcılarına karşı meydan okuma, temiz toplum ve erdemli siyaset özlemi olarak belirtmiş Haluk Şahin Emeç'in ömür boyu yürekten savunduğu fikirleri.
Çetin Emeç 1935 yılında İstanbul'da doğmuş. Galatasaray Lisesi, ardından İ.Ü.Hukuk Fakültesi. Gazeteciliğe çekirdekten başlıyor, babası Ragıp Emeç'in Son Posta Gazetesinde. Babası son derce prensipleri olan bir kişi ve Emeç'e de oğlu gibi değil bir çalışanı gibi davranıyor. 1972 yılına kadar hayat ve ses dergilerinde yazı işleri müdürlüğü yapıyor. 1972 de Hürgün yayınlarının genel yönetmenliği ve Hürriyet gazetesinin genel yayın müdürlüğü ardından Milliyet gazetesi genel yönetmeni, 1986 da koordinatör olarak Hürriyet'e geçiş. Öldürüldüğü tarihte 7 Mart 1990 da Hürriyet gazetesi yönetim kurulu üyesi, yazarı ve otuzsekiz yıllık gazeteci.
Fotoğraflarına bakıyorum. Güler yüzlü ve yakışıklı bir genç adam. Öldürüldüğünde kırkında bile değilmiş gibi görünüyor. Mutlu bir ailesi, saygılı çocukları güzel bir eşi var. Güzel ortamlarda yaşamış. Sanki hiç yaşlanmadan gönüllerde genç resmini bırakıp gidenlerden.
Çok ilginç gözlemlerini yansıtmış köşe yazılarında. Zamanında okumuş olsam bile, yıllar sonra seçme makalelerinde dikkatimi çeken bu oldu. Körü körüne bir partiye ya da düşünceye bağlılık yok. Mantık sınırını aşan olaylar karşısında hep akılcı bir tavır koyuyor. Örneğin "beşikten mezara kadar politikacı olarak tanıdığı babasını 1950 yılında politikaya atılmış görünce ruh depremi geçirdiğini" söylüyor.
" Daha sonra burunlarından kıl aldırtmayacak olan bir Bayar ile bir Menderes'in gidip gelip mütevazi son posta matbaasının kapısını aşındırdıklarını nereden bileyim?" diye anlatıyor.Politikacının komitacı olanından korkmak gerektiğini anlatması da ilginç.
"1950 'de son posta'ya bazı bazı iskemle atıp çöreklenen Bayar,1960'da lutf etmiş, bir omuzdaşın desteğini almadanadım atamayan babama İstanbul'un şale Köşkünde randevu vermişti. Ben de gitmiştim babamın koltuk değneği olarak. Komitacının politikacı olanından korkmak gerektiğini de o gün öğrenecektim. Babamı çaresizliğin süsrüklediği istifa kararından caydırmayı nasıl da başarmıştı! Hem de kuyu dibinden geliyormuşçasına boğuk, insancıl bir ısının sıfır derecesini bile taşımayan ürkütücü sesiyle.." Daha sonra bu ricanın Yassıada ve Kayseri'ye çıkarılmış bir davetiye olduğunu anlar Emeç.
"Cuma" başlıklı ve ölümünden yaklaşık birbuçuk ay önce yazdığı 19 Ocak 1990 tarihli makalesi ise adım başında nerdeyse iki cami yükselen İstanbul'da, her Cuma bir kara azgınlığın sahne aldığını yazıyor. Ayasofya aşını pişirip pişirip önümüze konduğundan bahisle.
Bundan 18 yıl önce türban dayatmaları bu kadar yüzeye çıkmamıştı. Camiler boş dururken metrolarda, sokalarda alışveriş merkezlerinde yapılan gösterileri görseydi neler yazardı Emeç acaba? Ama o önceden görebilenlerdenmiş.
Aynı makalede soruyor. "Laiklik nereye? " diye.
"Kadını orasından burasından örtünmeye zorlamakla, gelişmesini de durduracaklar...Hepsi bu hesaptalar..."
Bugün barbar bağırdığımız ve kadının örtünmesini isteyen, kadından çok erkeklerdir savını 18 yıl önce dile getirmesi az şey mi?
" Sıra türban, çarşaf sömürüsüne gelince karşı cinsi, başının örtüsünden tırnak ucuna kadar savunuyorlar."
Makalenin son cümlesi ise bugün çok daha anlamlı geldi bana. Bilmem ki sizler ne diyeceksiniz?
" Tanrı, laik Türkiye Cumhuriyet'ine hep böyle kara düşmanlar nasip ediyor ya, şükredelim...Maazallah! Aksi de olabilirdi. "
Aksi oldu mu acaba, ne dersiniz?
"Yıldızın Ölümü" başlıklı makalesi de çok ilgiç.
"Yıldızlar ölmez ama geçtiğimiz hafta içinde , bağrından taşan ateşi giderek kararmaya yüz tutmuş bir yıldız sönüverdi " cümlesiyle başlamış Le Monde'nın kurucusu Hubert Beuve Mery den bahsederken. Müstear adı Sirius olan bu gaztecinin dillerde dolaşan önemli cümlelerini de alıntılamış.
Mutlaka gerçeği söylemeli, bir bedeli olsa da.
Kitapla ilgili bir hatırlatma yapıp aramızdan ayrılışının 18. yılında Çetin Emeç'i anmak istedik.Işıklar içinde yatsın.
Biz de beğendik bu söylemi Sirius'un sözcüklerini. Bir ekleme yapalım. Heryerde, herzaman...
Mutlaka gerçeği söylemeli, bir bedeli olsa da. Heryerde herzaman...
* Genel Yayın Yönetmeni Çetin Emeç ( 1935 - 1990 )
Mehveş Emeç - Yavuz Bingöl "Reverie - Uzçak Bir Rüya " Cd'si için
Doğan Kitapçılık / İnceleme Araştırma Dizisi
**Söz-Müzik: Mehveş Emeç
Solist: Yavuz Bingöl
Piyano: Mehveş Emeç
Computer Programming: Orhan Şallıel
CRR Senfoni Orkestrası ve Korosu
Kayıt: MlAM, 18 mart 2005 (solist ve piyano)
Mix: Reuben de Lautour
Mastering: Pieter Snapper
DMC (Doğan Music Company)
Kaynak:
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=97078
Etiketler: Çetin Emeç, Haluk Şahin, Hürriyet Gazetesi, Mehveş Emeç, Mehveş Emeç Birol, Ragıp EMEÇ, SON Posta, Uzak Bir Rüya, Yavuz Bingöl ; Reverie'
Meraklı Zihinler muhteşem bir kitap, neden mi?
"Doğu Afrika'da geçen çocukluğumun beni genel olarak doğal tarihe, özel olarak da insan evrimine yönelttiğini keşke söyleyebilsem. Ama öyle olmadı ben bilime sonradan girdim. Kitaplar aracılığıyla."
Editör: John Brockman
TÜBİTAK POPÜLER BİLİM KİTAPLIĞI 237
çeviren : Ülker İnce
20/ 9 / 2008 de MB de yayımlanmıştır.
http://blog.milliyet.com.tr/Blogum.aspx?BlogNo=133279
Etiketler: çocukluk, John Brockman, Meraklı ZİHİNLER, popüler bilim, Richard dawkins, TÜBİTAK, Ülker İnce
Kars'ın solan rengi Molokanlar kardeş şehir Minara Vodi 'de
http://www.karshabergazetesi.com/article_view.php?aid=2057
http://vedat.akcayoz.net/index.php?option=com_content&view=article&id=5&Itemid=13
Etiketler: Altın Kaz Film Yarışması, Kars, Minara Vodi, Molokanlar, Naske hala, Sabranya